DİL - EDEBİYAT-TARİH


İSLAM SONRASI TÜRK EDEBİYATI

XI. – XII. Yüzyıllarda İslamiyet ve Türk Kültürü

Türkler, Müslümanlarla ilk defa Hz. Ömer’in halifeliği sırasında (634-644) yapılan fetihler sırasında karşılaşmışlardır. 751 yılında Talas Savaşı’nda, Türklerin, Çinlilere karşı Müslümanlarla aynı safta yer almaları bu iki kültürü birbirine iyice yaklaştırmıştır. Türklerle Müslümanlar arasında VII. yüzyılın ortalarından, 10. yüzyılın sonlarına kadar devam eden askerî, siyasî ve ticari ilişkiler, Türklerin büyük bir çoğunluğunun İslam dinini tanıyıp kabul etmesini sağlamıştır. Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han’ın 920′de Abdülkerim adını alarak Müslüman olması, İslamiyet’in Türkler arasında yayılmasında dönüm noktası olmuştur. Karahanlılar ilk Müslüman Türk devleti olmuştur.

Toplumda meydana gelen inanca bağlı değişiklikler sosyal hayatı bütünüyle etkiler, değiştirir. Pagan inanışı, Şamanizm ve Gök tanrı inancı Türklerin ilk dinî inancını oluşturuyordu. Türklerin İslamiyet’i kabul etmeleriyle birlikte inançları tamamen değişmiştir. İslamiyet’le 10. yüzyıldan 19. yüzyılın sonlarına kadar etkisini devam ettiren yeni bir medeniyet ve kültür dairesine girmişlerdir. Bu medeniyetin etkisiyle yerleşik hayata geçmişlerdir. Yerleşik hayata geçince de dünyaca tanınan şehirler ve kültür merkezlen kurmuşlardır. Bilim, sanat, edebiyat, sosyal hayat, devlet sistemi gibi alanlarda büyük ilerlemeler sağlamışlardır.

Bir yaşam biçimi olarak kabul edilen İslam dini, Türklerin sosyal ve kültürel yaşamında, düşünce dünyasında ve dil anlayışında köklü değişiklikler meydana getirdiği gibi kültürün önemli bir yansıması olan edebî ürünlerde de yeni şekillenmelere zemin hazırlamıştır. Bu ortak edebî malzemenin temelinde İslamî birikim vardır. Arap, İran ve Türk şairleri, işte bu malzemeyi farklı dil, güzellik ve sanat anlayışlarıyla işlemişlerdir.

11. yüzyıl ile 12. yüzyıl arasında Türk edebiyatı bir geçiş dönemi yaşamıştır. Arap ve Fars edebiyatının etkisiyle Türk edebiyatı, yeni biçim ve içeriklerle zenginleşmiştir. Bu yüzyıllarda Arap ve İran edebiyatlarıyla tanışan edebiyatçılarımız, gerek İran, gerekse Arap edebiyatlarındaki şekil ve türleri Türk edebiyatına taşımışlardır. Türk sanatçıları, ilk önceleri Arap ve İran edebiyatlarında çok yaygın olan bazı eserleri tekrar yazma yoluna gitmişler; ancak zaman içinde içerik ve üslup yönünden özgün ve üstün eserler ortaya koymuşlardır.

Edebiyat, İslamiyet’ten önceki sözlü kültürün devamı olan Halk edebiyatı, İslam düşüncesiyle yoğrulmuş, İslam’ın daha çok etkisinde kalan Divan edebiyatıyla birlikte gelişmeye devam etmiştir.

 

İslami Dönemde İlk Dil ve Edebiyat Ürünleri (XI. – XII. yy)

Türkler onuncu yüzyıldan itibaren gruplar halinde İslamiyet’i kabul etmeye başlamışlardır. İslam kültürünün etkisiyle yavaş yavaş yeni bir edebiyat ortaya çıkmıştır. Kendine özgü nitelikleri ve kurallarıyla “Divan Edebiyatı” adını verdiğimiz dönemin oluşumu 13. yüzyıla kadar gelir. Daha sonra bu edebiyat anlayışı 19. yüzyıla kadar etkin bir şekilde varlığını sürdürür.

Öte yandan, İslamiyet’ten önceki “Sözlü Edebiyat Dönemi”, İslam kültürünün etkisiyle içeriğinde küçük değişimlere uğrayarak “Halk Edebiyatı” adıyla gelişimini sürdürür. Yani, bir anlamda “Halk Edebiyatı” dediğimiz edebiyat, İslamiyet’ten önceki edebiyatımızın İslam uygarlığı altındaki yeni şeklidir. Oysa “Divan Edebiyatı” tamamen dinin etkisiyle şekillenmiş bir edebiyattır.

Türklerin Müslüman olduğunu kabul ettiğimiz 10. yüzyılla, Divan edebiyatının başlangıcı olarak kabul edilen 13. yüzyıl arasında İslamiyet’in etkisi altında verilmiş olan, bir anlamda geçiş dönemi ürünlerimiz sayılan eserler yer almaktadır.

Eserlerin Genel Özellikleri

  • İslamiyet öncesi kültür ve İslami kültür iç içedir.
  • Eserlerde toplum hayatını şekillendirme ve yönlendirme amacı güdülmüştür.
  • Eserlerde dini öğretme amacı esas alınmıştır.
  • Hece ölçüsüyle beraber aruz ölçüsü de kullanılmaya başlanmıştır.
  • Dile Arapça ve Farsçadan sözcükler girmiştir.
  • Nazım birimi dörtlük ve beyittir.
  • Arap ve Fars edebiyatında kullanılan nazım şekilleri ile eserler verilmeye başlanmıştır.

Bu ürünler şunlardır:

 

Kutadgu Bilig

 

Kutadgu Bilig (Günümüz Türkçesiyle: Mutluluk Veren Bilgi), 11. yüzyıl Karahanlı Uygur Türklerinden Yusuf Has Hacib’in Doğu Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Han (Ebû Ali Hasan bin Süleyman Arslan)’a atfen yazdığı ve takdim ettiği Türkçe eserdir. Hükümdar bu eserden dolayı Balasagunlu Yusuf’a Has Haciplik (Teşrifat Nazırlığı) unvanını vermiştir.

Okuyana kutlu olsun ve ona yol göstersin diye bu esere Kutadgu Bilig adını verdiğini söyleyen Yusuf Has Hacip, “saadet veren bilgi” anlamındaki bu eşsiz eseri 1069-1070 yıllarında kaleme almıştır.

Kutadgu Bilig, her iki Dünya’da da mutluluğa kavuşmak için gidilmesi gereken yolu göstermek maksadıyla yazılmıştır. Yusuf Has Hâcib’e göre, öteki Dünya’yı kazanmak için bu Dünya’dan el etek çekerek yalnızca ibadetle vakit geçirmek doğru değildir. Çünkü böyle bir insanın ne kendisine ne de toplumuna bir yararı vardır; oysa başkalarına yararlı olmayanlar ölülere benzer; bir insanın erdemi, ancak başka insanlar arasındayken belli olur. Asıl din yolu, kötüleri iyileştirmek, cefaya karşı vefa göstermek ve yanlışları bağışlamaktan geçer. İnsanlara hizmet etmek suretiyle faydalı olmak, bir kimseyi, hem bu Dünya’da hem de öteki Dünya’da mutlu kılacaktır.

Yusuf Has Hâcib bu yapıtında bilimin değerini de tartışır. Ona göre, alimlerin ilmi, halkın yolunu aydınlatır; ilim, bir meşale gibidir; geceleri yanar ve insanlığa doğru yolu gösterir. Bu nedenle alimlere hürmet göstermek ve ilimlerinden yararlanmaya çalışmak gerekir. Eğer dikkat edilirse, bir alimin ilminin diğerinin ilminden farklı olduğu görülür. Mesela hekimler hastaları tedavi ederler; astronomlar ise yılların, ayların ve günlerin hesabını tutarlar. Bu ilimlerin hepsi de halk için faydalıdır. Alimler, koyun sürüsünün önündeki koç gibidirler; başa geçip sürüyü doğru yola sürerler.

Yusuf Has Hâcib, astronomi bilimini öğrenmek isteyenlerin, önce geometri ve hesap kapısından geçmesi gerektiğini söyler. Aritmetik ve cebir, insanı kemâle ulaştırır; toplama, çıkarma, çarpma, bölme, bir sayının iki katını, yarısını ve kare kökünü alma işlemlerini bilen, yedi kat göğü avucunun içinde tutar. Her şey hesaba dayanır.

Eser mesnevi nazım şekliyle ve İranlılara ait ünlü destan Şehname’nin de vezni olan fa’ülün fa’ûlün/fa’ûlün/fa’ûl aruz kalıbıyla yazılmıştır. 6645 beyit olan bu eserde, Türk geleneğine bağlılığın bir göstergesi olması amacıyla milli veznimizle kaleme alınmış 173 tane de dörtlüğe yer verilmiştir. Bu dörtlükler mani şeklinde kafiyelenmiş ve beyitlerin arasına serpiştirilmiştir.

Bir siyasetnâme veya bir nasihatnâme olarak nitelendirilebilecek Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hâcib’in ve içinde yetiştiği çevrenin ilmî ve felsefî birikimi hakkında çok önemli bilgiler vermektedir. Platon’un devlet ve toplum anlayışı çok iyi bilinmekte ve uygulanmaya çalışılmaktadır. Bilimin ve bilginlerin değeri anlaşılmıştır; bilim, güvenilir bir rehber olarak düşünülmektedir.

Eserde alegorik (sembolik) bir anlatım vardır. Dort sembolik kahramanın konuşmaları, sohbetleri, tartışmaları, birbirlerini ikna etme çabaları son derece canlı bir anlatımla sunulmuştur. Sembolik şahısların konuşmalarıyla esere tiyatro havası kazandırılmıştır. Hükümdar Kün-Toğdı “kanun ve adaleti”, vezir Ay-Toldı “saadeti”, vezirin oğlu Ögdilmiş “aklı”, vezirin kardeşi Odgurmış ise “akıbeti, hayatın sonunu” temsil eder. Bu dört şahıs konuşmalarıyla devlet yönetimi, hükümdarların sorumlukları, ahlak, erdem ve akıl gibi kavramlar hakkında bilgi vermişlerdir. Eserin bireyi ulaştırmak istediği asıl seviye “Kamil insan” seviyesidir.

Bu eserin biri Fergana, biri Kahire, biri de Viyana’da bulunan üç yazma nüshası vardır.

Genel Özellikleri

  • 11. yüzyılda Yusuf Has Hacib tarafından yazılmıştır.
  • İslami dönem Türk edebiyatının ilk eseridir.
  • Mesnevi tarzında yazılan ilk eserdir.
  • Aruz ölçüsüyle yazılan ilk eserdir.
  • Siyasetname türünün ilk eseridir.
  • Türk dilinin Hakaniye (Çağatay) lehçesi ile yazılmıştır.
  • Nazım birimi beyittir. (Redif ve kafiye kullanılmıştır.)
  • Alegorik ve didaktiktir.
  • Bazı bölümlerinde ansiklopedik bilgiler içerir.
  • 4 soyut kavram üzerine kurulmuştur. Bunlar; Kün Togdı (hükümdar, kanun, adalet); Ay Toldı (mutluluk, saadet); Odgurmış (akıbet, hayatın sonu); Ögdülmiş (Akıl, zekâ)

Kutadgu Bilig’den:

Sözüm söyledim men bitidim bitig
Sunup iki ajunnı tudgu elig

Kitap atı urdum Kutadgu Bilig
Kutadsu olıglıka tutsu elig

Kişi iki ajunnı tutsa kutun
Kutadmış bolur bu sözüm çın bütün

Bu Kün-Togdı ilig tidim söz başı
Yörügin, ay ayın ay edgü kişi!

fa’ûlün fa’ûlün fa’ûlün fa’ûl

Günümüz Türkçesiyle:

Sözümü söyledim ben kitabı yazdım
Uzanıp iki dünyayı tutan bir eldir

Kitabın adını koydum Kutadgu Bilig
Kutlu olsun okuyana, elini tutsun

Kişi iki dünyayı kutla tutarsa,
Kutlanmış olur, bu sözüm doğru, bütündür

Önce Kün-Togdı beyden söze başlodım.
Yorarak açıklayım, ey iyi kişi!

Kutadgu Bilig’den seçmeler:

  • Akıl süsü dil, dil süsü sözdür. İnsanın süsü yüz, yüzün süsü gözdür. İnsan sözünü dil ile söyler; sözü iyi olursa, yüzü parlar.
  • Eğer kendine candan bağlı birisini arıyorsan, sözün kısası kendinden daha candan birini bulamazsın.
  • Diline ve gözüne sahip ol, boğazına dikkat et; az ye fakat helal ye!
  • Bak doğan ölür; ondan eser olarak söz kalır; sözünü iyi söyle! Ölümsüz olursun.
  • Akıl bir meşaledir. Kör için göz, ölü vücut için can, dilsiz için sözdür.
  • Kara toprak altındaki altın, taştan farksızdır. Oradan çıkınca beylerin başında tuğ tokası olur.

Atabetü’l-Hakayık

 

Atabetü’l-Hakayık (Günümüz Türkçesiyle: Gerçeklerin Eşiği), Edip Ahmet Yükneki’nin, Karahanlı beylerinden Muhammed Dâd Sipehsalar’a hediye ettiği, hadis ve Arapça beyitlere dayanarak yazdığı şiirlerle, ahlaklı insan olmanın yollarını, ahlak ilkelerini açıklamış, çeşitli ahlakî öğütlerde bulunmuş, İslamî düşünce ve görüşlere yol gösterici olmuştur.

Modern zamanda ilk bilindiğinde “Hibetü’l-Hakayık” veya “Aybetü’l-Akayık” olarak, yanlış bir şekilde isimlendirmiştir. Eserde dünyayı, Allah’ı, insanı bilmenin sadece bilim yoluyla olabileceği anlatılır. Bilginin faydası ve bilgisizliğin zararı hakkında olan konuyu işlemiştir.

Ayet ve Hadislerle oluşturulmuş didaktik bir eser olan Atabetü’l-Hakayık, ahlak ve öğüt kitabıdır. Kitapta bilginin önemi, cehaletin zararları, cimrilik ve cömertlik, İyi ve kötü huylar, doğruluk anlatılmıştır. Eser Ayet ve Hadislerle oluşturulduğu için dili dönemin diğer ürünlerinden daha ağırdır. Arapça ve Farsça kelimelerin en yoğun rastlandığı eserdir.

Allah’ın, Peygamber’in ve Dört Halife’nin övüldüğü giriş şeklinde olan ilk kısım gazel tarzında kafiyelenmiş (aa ba ca da…) 40 beyitten oluşmuş, asıl konuyu anlatan bölüm ise mani tarzı kafiyeyle (aaxa) yazılmış 101 dörtlükten meydana getirilmiştir.

Aruz ve hece ölçüsünün birlikte kullanıldığı bu eser de Kutadgu Bilig gibi on birli heceye denk gelen “fa’ûlün fa’ûlün fa’ûlün fa’ûl” aruz kalıbıyla yazılmıştır. Bu eser de dönemin diğer eserleri gibi Hakaniye (Çağatay) Türkçesiyle yazılmıştır.

Edip Ahmet Yükneki’nin eserinde kullandığı şiir tekniği ve aruz ölçüsü, Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig’te kullandığı tekniğin gerisindedir. Edip Ahmet Yükneki’nin sanatkâr kişilikli bir şair olmaması ahlaki bilgiler veren, didaktik bir sanatçı olması nedeniyle bu durum ortaya çıkmıştır.

Nazım birimi beyit ve dörtlüklerden oluşan bu eserini şair, Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i gibi aruz vezniyle ve Kaşgar Türkçesi ile yazmıştır. Şairin bu eserini nerede ve ne zaman yazdığı kesin olarak bilinmemektedir. Atabetü’l-Hakayık’ın Kaşgar şivesiyle, Uygur harfleriyle yazılmış ilk yazması İstanbul’da Ayasofya Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. İlim âlemine ilk defa 1918’de Necip Asım tarafından sunulmuştur.

Genel Özellikleri:

  • Konusu din ve ahlaktır.
  • Didaktik (öğretici) bir eserdir.
  • Gazel ve kaside denilebilecek tarzda şiirler vardır. Eser mesnevi tarzında yazılmıştır.
  • 46 beyit ve 101 dörtlükten oluşmaktadır.
  • Aruz ölçüsüyle yazılmıştır.
  • Telmih (hatırlatma) sanatı kullanılmıştır.
  • Eser 14 bölümden oluşur. Baştaki beş bölüm giriş, şairin “nevi” adını verdiği sekiz bölüm asıl konu, sondaki bir bölüm de bitiriş bölümüdür.
  • Giriş bölümleri kaside biçimiyle (aa ba ca da…), asıl konu ile ilgili bölümler ve bitiriş bölümü dörtlüklerle (aaba) yazılmıştır. Giriş bölümünde 40 beyit, asıl konu ve bitiriş bölümlerinde 101 dörtlük vardır. Eserin tamamı 484 dizeden oluşur.
  • Eser geçiş dönemi edebiyatı ürünüdür.
  • Hakaniye (Çağatay) Türkçesiyle yazılmıştır.

Atabetü’l Hakayık’tan:

Bilgiye Dair

Pahalı akçadır, bilgili insan
Bilgisiz cahilde bir kalp akçadır

Bilgisizlik yüzünden bir nice halk
Öz eliyle put yapıp “Tanrı’m budur” dedi

Cömertlik

Cömert ol, sana söz, sövgü gelmesin;
Sövgü gelecek yolu cömertlik tıkar

Bu halkın seçkini cömert insandır
Cömertlik şeref, can ve güzellik arttırır

İyilik

Müslümona müşfik ve merhametli ol
Kendüne düşündüğünü Müslümona da düşün

Sana cefa edene (sen) vefa ile karşı koy
Ne kadar yıkansa kan, kan ile temizlenmez

Münacaat

İlahi, pek çok hamd ederim sona
Senin rahmetinden hoyır umarım

Övebilir mi seni bu dilim?
Gücümce öveyim, yardım et bana

Kendisine Dair

Adım Edip Ahmed, sözüm edeb ve öğüttür
Özüm (bu dünyadan) gitsem de sözüm burada kalır

Güz gelir, yaz geçer, bu ömür gider;
Su bahar ve bu sonbahar ömrü tüketir

Kur’an-ı Kerim-Hadisler

Yok, idim yarattın, yine yok kılıp
Yine var ideceksin, bunu ikrar ederim

Bilgiyi ara usanma, bil ki o Hak Resulü
“Bilgiyi Çin’de bile olso arayınız” dedi.

Divan-ı Hikmet

Ahmed Yesevi’nin söylediği “hikmet” adlı şiirleri bir araya getiren Türk tasavvuf edebiyatının bilinen en eski örneklerini içeren kitaptır.

Genel olarak dervişlik hakkında övgülerden bu dünyadan şikayetten cennet ve cehennem tasvirlerinden, peygamberin hayatından ve mucizelerinden bahsedilir. Dini ve ahlaki öğütler veren şiirlere de yer vermiştir. Hece ölçüsü olarak 4+3 ve 4+4+4 kullanılmıştır. Bu yapıtın ortaya çıkmasından bir süre sonra; İslamiyet göçebe Türk toplulukları arasında yayılmaya başlamıştır. Ahmet Yesevi’nin görüşleri Anadolu gizemciliğinin (tasavvuf) temelini oluşturur. Tasavvuf kültürünün temeli bu yapıttadır. Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş Veli, Haci Bayram Veli gibi mutasavvıfların düşüncelerinin kaynağı bu yapıttır.

Genel özellikleri:

  • Kitapta Allah aşkı Peygamber sevgisi işlenmiştir.
  • Hikmet: Hoş, hayırlı anlamlarına gelir.
  • Sade ve yalın bir dil kullanılmıştır.
  • Aruz ve hece ölçüsü bir arada kullanılmıştır.
  • Dörtlük ve beyitle yazılmıştır.
  • 144 hikmet ve bir münacaattan oluşur.(2009 yılında bulunan yeni hikmetlerle bilinen hikmet sayısı 217 olmuştur.
  • Eser Karahanlı Türkçesinin hakaniye lehçesiyle yazılmıştir
  • İstifham (soru sorma) ve Tecahül-i Arif (bilip de bilmezlikten gelme) sanatları kullanılmıştır.
  • Ahmet Yesevi’nin hikmetlerinin birleşmesiyle oluşmuştur.
  • Ahmet Yesevi hikmetleri Karahanlı Türkçesiyle söylemiştir.
  • Hikmetler dini tasavvufi şiirlerdir.
  • 63 yaşından sonra toprağın altında yaşamayı seçmiştir.
  • Allah’a yakın olma isteği vardır.
  • Şiirlerde ulusal ögeler (ölçü, nazım biçimi, yarım uyak) ile İslamlıktan gelme yabancı ögeler (din ve tasavvuf konuları, yabancı sözcükler) bir arada kullanılmıştır.
  • Eserin uyaklanışı abcd dddb eeeb şeklindedir. Dördüncü dizelerin birbiriyle uyaklı oluşu hatta zaman zaman aynen tekrarlanışı bu şiirlerin musiki ile okunmak için söylendiğini gösterir.
  • Eser 12. yy’a aittir.
  • Divan-ı Hikmet’i Ahmet Yesevi yazmamıştır. Ahmet Yesevi’nin kurduğu tarikattaki Şaban Durmuş, Ahmet Yesevi’nin görüşlerini ve düşüncelerini kitap haline getirmiştir.
  • Didaktik ve manzum bir eserdir.
  • Ahmet Yesevî 63 yaşından sonra bir yere kendini kapatmıştır ve Hz Muhammed gibi 63 yaşında ölmek istemiştir ama 73 yaşında hayata veda etmiştir.
  • Türk edebiyatı tarihinde “Divan-ı Hikmet”in önemi İslamiyet’ten sonraki Türk edebiyatının daha önce yazılan Kutadgu Bilig’den sonraki bilinen en eski örneklerinden biri ve tasavvuf Türk Edebiyatı’nın ilk eseri oluşudur.
  • Lirik ve didaktik özellik gösterir.

Divan-ı Hikmet’ten Örnekler:

  1. HİKMET

Kudret ile ferman eyledi Mevlâ’m bize,
Yerde gökte canlı mahluk kalmaz imiş.
Can alıcı eyledi Azrail’i âlem üzerinde.
Aziz canı almadıkça koymoz imiş.

Yaşım benim küçük olur deyip söyler idim;
Her ne hasıl olsa, az deyip söyler idim;
Türlü türlü dava işleri eyler idim;
Şimdi bildim, benim dediğim gibi olmaz imiş.

Dünya benim mülküm diyen sultanlara.
Alem malını sayısız yığıp alanlara.
Yeme ve içme ile meşgul olanlara.
Ölüm gelse, biri vefa eylemez imiş.

Mağrur olmayın, ey dostlarım, eğlenip
Gece gündüz yalan söyleyip, boşuna yatıp;
Can alıcı gelir imiş bir gün yetip;
Böyle yerde göfil yürüse olmaz imiş.

Kul Hoca Ahmed, öleceğim bile gör
Ahiretin hazırlığını kıla gör
Varırım deyip yol başında yürüye gör
“Ölüm meleği” gelse, fırsat bırakmaz imiş.

Hikmetler:

Dünya mening digenler cihân malın alganlar
Kergez kuş dik bolu ban ol haramga batmışlar

Tatlıg totlıg yiyenler, rürlüg türlüg kiygenler
Altun taht olturgenler toprak astın kalmışlar

Günümüz Türkçesi

Dünya benim diyenler, cihan malını olanlar
Kerkes kuş gibi olup, o harama batmışlar

Tatlı tatlı yiyenler, türlü türlü giyenler
Altın tahta oturanlar, toprak alanda kalmışlar.

Divanü Lugati’t Türk

 

Divanü Lügati’t-Türk (Günümüz Türkçesi ile: Türk Diyalektleri Sözlüğü), Kaşgarlı Mahmud tarafından Bağdat’ta 1072 – 1074 yılları arasında yazılan Türkçe-Arapça bir sözlüktür. Türkçenin bilinen en eski sözlüğü olup, batı Asya yazı Türkçesi hakkında var olan en      kapsamlı ve önemli dil anıtıdır. Eser Halife Ebtilkasım Abdullah’a sunulmuştur.

Kökleşik Arap Sözlük bilgisi ilkelerine göre hazırlanmış olan sözlük, Kaşgarlı Mahmud’un Türk boyları hakkındaki etraflı bilgisinin yanı sıra, Arap Dil bilimi konusunda da esaslı bir eğitim görmüş olduğunu gösterir.

Türkçenin önemli bir dil olduğunu anlatmak ve Araplara Türkçeyi öğretmek amacıyla yazılmıştır. Eser Türk lehçelerindeki harflerin alfabe sırasına göre düzenlenmiş ve eserde manaların iyi anlaşılması için örnek cümlelere yer verilmiştir.

Divanû Lügati’t-Türk bir sözlük olarak hazırlanmasına rağmen Türk sosyolojisi, psikolojisi, edebiyatı, gelenek ve görenekleriyle ilgili bilgi veren ve nesir parçaları, bazı vakalar çeşitli örneklerle zenginleştirilmiş bir ansiklopedi niteliği göstermektedir. Bu dönem ürünleri içerisinde Türk edebiyatının en eski yıllarına kaynaklık eden en önemli eserdir.

Mensur (düzyazı) bir eserdir. Bu yönüyle dönemin diğer eserlerinden ayrılır. Ancak eserin içindeki koşuk, sagu gibi örnek şiir parçaları nazma da yer verildiğini göstermektedir. Sekiz bölümden oluşan eserde 7500 kelime ve Arapça karşılıklarıyla bunların kullanıldığı örnek cümle veya şiirler; sagu, koşuk ve sav örnekleri; dilbilgisi kuralları ve o devirdeki Türk boylarını gösteren bir harita bulunmaktadır.

Kaşgarlı Mahmut, kelimeleri göçebe boylar arasında gezerek bizzat kendisi derlemiştir. Dilbilgisi kurallarına eserinde yer veren bir filolog; Türk boylarının etnik durumunu şemayla anlatan, Türk toplulukları hakkında bilgi veren bir etnograf; ayrıca Türk boylarının yerleşim alanını gösteren bir harita çizmiş olan ilk Türk haritacısıdır.

Kaşgarlı Mahmud, Divân-ı Lügati’t-Türk’e şöyle başlar;

Esirgeyen, koruyan Allah’ın adıyla

“Allah’ın, devlet güneşini Türk burçlarından doğurmuş olduğunu ve Türklerin ülkesi üzerinde göklerin bütün dairelerini döndürmüş olduğunu gördüm. Allah onlara Türk adını verdi. Ve yeryüzüne hâkim kıldı. Cihan imparatorları Türk ırkından çıktı. Dünya milletlerinin yuları Türklerin eline verildi. Türkler Allah tarafından bütün kavimlere üstün kılındı. Hak’tan ayrılmayan Türkler, Allah tarafından hak üzerine kuvvetlendirildi. Türkler ile birlikte olan kavimler aziz oldu. Böyle kavimler, Türkler tarafından her arzularına eriştirildi. Türkler, himayelerine aldıkları milletleri, kötülerin şerrinden korudular. Cihan hâkimi olan Türklere herkes muhtaçtır, onlara derdini dinletmek, bu suretle her türlü arzuya naili olabilmek için Türkçe öğrenmek gerekir.”

Kaşgarlı Mahmud’un 11. yüzyılda Balasagun’u merkez alarak çizdiği Dünya haritası o dönem Türklerinin yaşadıkları bölgeleri ve dağılımlarını göstermesi bakımından dikkate şayandır. Harita, Türklerin bulunduğu bölgeleri göstermek amacıyla çizilmiştir. Daire şeklinde olan haritanın çevresinde Doğu, Batı, Kuzey, Güney yönleri belirtilmiş, bazı deniz ve ırmaklar gösterilmiştir. Batıda işaret edilen yerler İdil boylarına, yani Kıpçakların ve Frenklerin oturdukları bölgelere kadar uzanır. Güney-Batıda Habeşistan’a, Güneyde Hint, Sint, Doğuda Çin ve Japonya’ya işaret edilmiştir.

Genel Özellikleri:

  • 11. yüzyılda yazılmıştır.
  • Türkçenin ilk sözlüğü, antolojisi, ansiklopedisi ve dil bilgisi kitabidir.
  • Araplara Türkçe öğretmek, Türkçenin yaygınlığını göstermek için yazılmıştır.
  • Kaşgarlı Mahmut, birçok Türk boyunu gezerek derlemeler yapmıştır.
  • Sözcükleri örnekleyen atasözleri ve şiirler kullanmıştır. (Bu özelliği, onun, kendinden sonraki Türk edebiyatı için çok önemli bir kaynak olmasını sağlamıştır.)
  • Aruz ölçüsüyle yazılmıştır.
  • Kitabın yazıldığı metin Hakaniye lehçesiyle, açıklamaları ise Arapçayla yazılmıştır.

Oğuz Türkçesinin Anadolu’daki İlk Ürünleri (XIII – XIV. yy)

Oğuzlar, 10 ve 11. yüzyıllarda oldukça geniş bir alana yayılmışlar; İrtiş’ten Volga’ya dayanan sınırları Hazar Deniziyle Mâverâünnehir arasındaki bütün bir bozkır sahasını içine almıştır. Böylece Orta Türkçe ilk devresinde Hâkâniye ve Oğuz edebî şîveleriyle görünüyordu. 12. ve 13. yüzyıllarda ise artık Müşterek Orta-Asya Türkçesi eserlerini verirken, Türklüğün batıya olan göçleri sayesinde Oğuz Türk Şîvesi yalnız Selçuklu tebaasında konuşulmaktaydı. Devletin büyük bir cihan hâkimiyeti fikriyle hareket etmesi, Müslüman olup, halifeye bağlılığı, İranlıların da aynı bölgede yer alması gibi düşünceler, belki Arapça ve Farsça’nın, Türkçe’ye nispetle öne geçmesini sağlamış olabilir. Ancak, askerî Türk unsurlardan meydana gelen bir devlette Türkçe, halka ve orduya bağlı olarak yaşamıştır. Böylece, Oğuz şîvesiyle bu devirde kalıcı bir eser bırakılmamış, bırakılanlar da günümüze kadar ulaşamamıştır. Aynı şîve dairesi içinde Müşterek Orta-Asya Türkçesi’nin doğu ağzı olan Kaşgar ve batı ağzını meydana getiren Harezm ve Sirderya (Seyhun) Irmağının güneyindeki yerlerle Yedisu, Merv, Buhara sahası birer kültür merkezi durumuna gelmişler ve pekçok eserin doğmasına zemin hazırlamışlardır. Aslında bu bölge, çeşitli dillerin de kavşak noktası gibi bir hususiyeti muhafaza etmiştir. Bunun yanında Müşterek Orta Asya Türkçesi’nin İran ağızları, bilhassa Türkmen Türkçesi, zikre değer bir gelişme göstermiştir. Altınordu ki, kuzey-doğuda Bulgar Devleti, Harezm, Deşt-i Kıpçak bozkırları ile Kırım’dan Bakü’ye kadar uzanan saha, bu Türk illeri içine dâhildir. Türkçe, burada da geniş bir yayılma sahası bulmuş ve Kıpçak Şîvesiyle pek çok eserler verilmiştir.

13. yüzyıldan itibaren Çağatay Türkçesi, Eski Türkçenin bir devamı olarak, bütün bunların merkezi durumuna geçmiş ve Doğu Türkçesi adıyla, kuzeydeki Kıpçak Türkçesini daha sonra kendisinde toplayarak gelişmesini devam ettirmiştir.

Bu durumda İslâmî devir içinde Türk Edebiyatını;

1. Batı Türkçesi’nin ortaya koyduğu edebiyat;

2. Müşterek Orta-Asya Türkçesi’ni takip ederek Kuzey-Doğu Türkçesi’nin meydana getirdiği edebiyat, olarak ikiye ayırmak icap etmektedir.

Selçukluların dağılmasına kadar bir varlık gösteremeyen ve sadece konuşma dilinde kalan Oğuz Türkçesi, Anadolu Selçuklu Devleti’nin çöküşü üzerine, ortaya çıkan beyliklerin hükümet merkezlerinde birden bire serpilmeye başlamış ve yeni yeni eserler ortaya çıkarmıştır. Orta Türkçenin Oğuz Kolu, böylece, Selçuklu Türkçesi’nden sonra yerini, Eski Anadolu Türkçesi’ne bırakmıştır.

Tavâif-i Mülûk devri diye adlandırılan bu devrede Anadolu’da çeşitli kültür merkezleri teşekkül etmiş, halkın kültüre yönelmesi, tebaanın terbiyesi, müellifleri Türkçe yazmaya zorlamış, beyler de buna yardımcı olmuşlar ve Türkçe’ye gereken değeri vermişlerdir. Karamanoğlu Mehmed Bey’in Türkçe üzerinde durmasına rağmen, beylikler içinde kültür faaliyetlerinin en yoğun olduğu beylikler, Osmanlı ve Germiyan beylikleri olmuştur. Ayrıca bir şair veya müellifin zaman zaman eserlerini birden fazla beye sunduğu da görülmüştür. On üçüncü yüzyılın son çeyreğinde Türkçe, resmî yazışma dili olarak kendisini göstermiştir. Bu şîve, yukarıda bahsettiğimiz Kaşgarlı Mahmud’un, iki Türk şîvesinden biri olan, Osmanlı ve Âzerî gibi iki kolu bulunan Oğuz şivesidir. Yukarıda zikrettiğimiz durumlardan başka, eserlerin Türkçe olarak yazılmasında; tarikat büyüklerinin halkı irşad maksadı, müelliflerdeki Türkçe şuuru, ibret alma düşüncesi, mevzuda çeşitlilik arama, meslek gayreti, hayır dua ile anılma ve unutulmama fikri, tercüme gayretleri vs. gibi sebepler büyük rol oynamıştır.

On üçüncü yüzyılda verilen eserler; pek mahdut olmakla birlikte Anadolu Türk birliğinin kurulamaması, aksine pek fazla bir dağınıklık ve başıboşluk yüzünden, çeşitli bölgelerde bir parıltı durumunda kalırlar. Zaten Anadolu’da Türk Edebiyatının ne zaman başladığı da kesin olarak bilinmemekle birlikte; Selçuklular zamanında bir şifahî (sözlü) edebiyat daima mevcuttur. Buna kıyasla yazılı edebiyattan söz etmek gerekir. Fakat bu bölgede ilk eserlerin neler olduğu, Türk kültür tarihinin meçhulüdür. Devrin içinde bulunduğu kargaşa, öyle sanıyoruz ki, bütün yazılanları almış götürmüş veya yazmaya fırsat vermemiştir. Böylece, Anadolu sahasında 11 ve 12. yüzyıla ait eserlere tesadüf edilememiştir.

Ancak 13. asırdan sonradır ki, Anadolu sahasında bazı eserler ortaya çıkacak, asır asır gitgide genişleyecek ve Osmanlılar’ın Anadolu Türk Birliğini kurmalarından sonra bütün bu kültür faaliyetleri, Osmanlı sarayına taşınacak ve neticede kesintisiz devam eden ve Türklüğün en büyük yazı dili olan Oğuz Türkçesi’yle sayısız eserler vücuda getirilecek, böylece Osmanlılar, Türk kültürünün hâmisi olarak, tarihteki yerlerini alacaktır. Hattâ Türk dili devlete izafeten Osmanlıca olarak adlandırılacaktır. Osmanlı edebiyatını hazırlayanların, hangi bölgede bulunurlarsa bulunsunlar, beyliğin kuruluşundan önce ve sonra da olsa, zikredilmesi gerekmektedir. Çünkü Selçuklu ile birlikte gelen kültür mirası, bu devirde her beyliğe ışık tutmuş ve Klasik Türk Edebiyatının inkişafına temel teşkil ederek geniş rol oynamıştır.

Oğuz Türkçesi, bu devirden itibaren, batıda Osmanlı, doğuda Âzerî olmak üzere iki edebiyat ortaya koymaktadır. Ancak bu edebiyatın 15. asra kadar olan zamanı, aynı daire içine alınmaktadır. Daha sonra dilde görülen ikili kullanışları, her saha, kendine göre umumîleştirmiş ve bazı ayrılıklar ortaya çıkmıştır. Dildeki bu ayrılıklarda coğrafya da göz önüne alınırsa, gitgide daha geniş ve belirli farklılıkların ortaya çıkacağı muhakkaktır. Onun içindir ki, Batı Türkçesi, Osmanlı ve Âzerî edebiyatı gibi iki edebiyat ortaya koymuştur. Şunu da belirtmek gerekir ki, Türklüğün en büyük yazı dili olan ve kesintisiz eserlerini veren Osmanlı Türk Edebiyatının tesiri, bütün Türk illerinde her zaman varlığını korumuştur. Bunun yanında Osmanlı şairleri, diğer Türk illeriyle irtibatı kesmemek gayreti ve düşüncesine binaen Doğu Türkçesi’yle de şiirler yazmışlardır.

13. ve 14. Yüzyıllarda Coşku ve Heyecanı Dile Getiren Metinler

Anadolu’da Oğuz Türkçesiyle oluşturulan ilk eserlerde genellikle dinî ve tasavvufî temalar işlenmiştir.

Tasavvuf, insanın manevi boyutu öne çıkaran, kişinin içsel dönüşüm geçirerek Allah’a ulaşmasını amaçlayan bir duyuş, düşünüş ve yaşayış sistemidir. Tasavvufu benimseyen, yaşamını bu anlayışın gereklerini göre biçimlendiren kişilere mutasavvıf (sûfî) denir. Bireysel yaşantı ve deneyimlerle anlam, değer ve yaşarlık kazanan bir sistem olan tasavvuf, toplumsal hayattaki varlığını tarikatlar aracılığıyla sürdürmüştür. Bektaşilik, Mevlevilik gibi isimler alan tarikatlar, kendi aralarında birtakım küçük farklılıklar gösteren tasavvufi kurumlardır.

Mutasavvıflar, tasavvufi yaşantıyı anlatmak için “Tatmayan bilmez!” demişlerdir. Kişinin, kendisini ve Allah’ı her şeyiyle bilmesini, kendi içinde ruhsal bir yolculuk yaparak Allah’a ulaşmasını amaçlayan tasavvufi yaşantının kendine özgü bir sistemi ve dili vardır.

Tarikatlara mensup olanların barındıkları, ibadet ve tören yaptıkları yerlere, tekke (dergâh) denir. İslam dünyasında medreseler tefsir, hadis, fıkıh gibi dinî ilimlerin yani İslam’ın görünen yüzünün öğretildiği yerler olarak varlık gösterirken tekkeler İslam’ın içsel boyutunun yaşandığı, tasavvufi öğretilerin aktarıldığı, zikir ayinlerinin yapıldığı mekânlar olarak işlev görmüştür.

13. ve 14. Yüzyıllarda Coşku ve Heyecanı Dile Getiren Metinler şunlardır:

İlahi

İlahi, Allah’ı övmek, O’na dua etmek ve en büyük aşkın Allah aşkı olduğunu belirtmek amacıyla yazılmış makamla okunan dini tasavvufi halk edebiyatı nazım şeklidir. Arapça kökenli bir kelimedir. Bir başka kullanımı da şaşma ve sitem bildiren ünlemdir.

İlahiler çok eski zamanlardan bu yana dinlerin ve inançların önemli bir parçasını oluşturmuştur. Her dinin ilahilere farklı bir bakışı vardır. Her dinin farklı ilahileri vardır. İlahiler bir dinin kutsal metinlerinin bir parçasını oluşturup, kutsi bir mahiyete sahip olabilir veya sadece o dinin inandığı Tanrı veya tanrısal mefhumları övmek için inananlar tarafından yazılmış, kutsiyeti bulunmayan metinler de olabilirler. İlahiler çoğu dinde din eğitiminin önemli bir parçasıdır. Bazı dinlerde ve inanışlarda ilahi söylemek bir tür ibadettir. Fakat ilahi söylemek çoğu inanışta belirli ibadetlerin sadece bir parçasını oluşturur.

İlahiler tarikatlara göre değişik isimler alır. Mevlevilerde ayin, Bektaşilerde nefes, Alevilerde deme(deyiş), diğer tarikatlarda cumhur ve ilahi adını alır.

İlahinin özellikleri şunlardır:

  • Kendine özgü bir ezgiyle okunur.
  • Hem koşma, hem semai biçiminde ve hem hece hem de aruz ölçüsüyle yazılmıştır.
  • Hece ölçüsünde 7, 8 ve 11 ‘li kalıplar tercih edilmiştir.
  • Dörtlüklerden oluşur. Dörtlük sayısı 3 ila 7 arasında değişir.
  • Genelde şiirin içinde şairin mahlası geçer.
  • İlahi denince akla ilk gelen Yunus Emre dir. Yunus Emre, şiirlerini halkın anlayabileceği sade bir dille yazmıştır. Hece ölçüsü kullanmıştır.11’li hece ölçüsünü kullanmıştır. Halkın içinden biri olduğu için halk tarafından çok sevilmiştir ve dili halkın dilidir.
  • Daha sonra Eşrefoğlu Rumi, Niyazi-i Mısri, Aziz Mahmut Hüdai, Yunus Emre’nin etkisinde kalarak ilahiler yazmışlardır.

Not: İlahiler tarikatlara göre farklı isimler alır: Mevlevilerde ayin, Bektaşilerde nefes, Alevilerde deme, Gülşenilerde tapuğ, Halvetilerde durak, öteki tarikatlar da hur ya da ilahi gibi.

İlahi

Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dün ü günü
Bana seni gerek seni

Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum
Bana seni gerek seni

Aşkın âşıklar oldurur
Aşk denizine daldırır
Tecelli ile doldurur
Bana seni gerek seni

Aşkın şarabından içem
Mecnun olup dağa düşem
Sensin dünü gün endişem
Bana seni gerek seni

Sufilere sohbet gerek
Ahilere ahret gerek
Mecnunlara Leyla gerek
Bana seni gerek seni

Eğer beni öldüreler
Külüm göğe savuralar
Toprağım anda çağıra
Bana seni gerek seni

Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver anları
Bana seni gerek seni

Yunus’durur benim adım
Gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum
Bana seni gerek seni      
                               Yunus Emre
 

Nefes

Nefes, dini temellere bağlı âşık edebiyatı nazım şekillerinden ilahilerin Alevi-Bektaşi âşıklarınca yazılanlarına denir. Konusu genellikle tasavvuftaki vahdet-i vücud, Alevi-Bektaşi ilkeleri, tarikat kurallarıyla ilgilidir. Dili sade bir Türkçe olan nefesler biçim olarak koşmaya benzer. Dörtlükler halinde hece ölçüsünün 7, 8, 11’li kalıpları ile ya da az da olsa aruzla yazılanlara rastlanmaktadır. Dörtlük sayısı 3-7 arasında değişir. Fazla da olabilir.

Nefes Nazım Biçimi Özellikleri

  • Bektaşi şairlerinin yazdığı tasavvufi şiirlerdir.
  • Genellikle, nefeslerde tasavvuftaki Vahdet-i Vücud felsefesi anlatılır.
  • Bunun yanında Hz. Muhammed (A.S.M) ve Hz. Ali (R.A) için övgüler de söylenir.
  • Nazım birimi dörtlüktür. Dörtlük sayısı 3 ila 8 arasında değişir.
  • Hece ölçüsüyle yazılırlar. Ama aruz ölçüsüyle yazılan nefesler de vardır.
  • Nefeslerde, kalenderâne ve alaycı bir üslup dikkati çeker.
  • Duygu ve düşünceleri nükteli bir şekilde ve zarafet ölçüleri içinde söylemek nefesin en belirgin özelliğidir.
  • Özellikle Pir Sultan Abdal, bu tarzdaki şiirleriyle tanınır.

Alevi ilahilerine “nefes”, “deme”, “deyiş”; Mevlevi ilahilerine “ayin”; Gülşeni ilahilerine “tapuğ”; Halveti ilahilerine de “durak” adı verilir.

Nefes Örneği

Eşrefoğlu al haberi
Bahçe biziz bağ bizdedir
Biz de mevlanın kuluyuz
Yetmiş iki dil bizdedir

Erlik midir eri yormak
Irak yoldan haber sormak
Cennetteki ol dört ırmak
Coşkun akan sel bizdedir

Âdem vardır cismi semiz
Abdes alır olmaz temiz
Halkı dahleylemek nemiz
Bilcümle vebal bizdedir

Biz erenler gerçeğiyiz
Has bahçenin çiçeğiyiz
Hacı bektaş köçeğiyiz
Edep erkan yol bizdedir

Kuldur Hasan Dede’m kuldur
Manayı söyleyen dildir
Elif hakka doğru yoldur
Cim ararsan dal bizdedir
 

Gazel

Divan şiiri nazım şekillerindendir. Kelime olarak kadınlarla âşıkâne sohbet etmek, konuşmak anlamına gelir.

Terim olarak aşk, şarap, tabiat ve kadın konularını işleyen şiirlere denir. Kendi başına bir nazım şekli olarak, İran ve Türk Edebiyatı'nda ortaya çıkan gazel, beyitler halinde yazılır ve beyit sayısı beş ile onbeş arasında değişir.

Türk Divan Edebiyatı'nda; çok yaygın olarak kullanılan bir nazım şeklidir. Hemen hemen aruz'un her kalıbıyla yazılır. Birinci beyit kendi arasında kafiyeli, diğer beyitlerin birinci mısraları serbest, ikinci mısraları birinci beyit ile kafiyelidir. Kafiye düzenini şematik olarak belirtmek gerekirse aa / ba / ca / da / ea / fa şeklinde ifade etmek mümkündür. Gazellerde beyitler arasında mana birliği olabileceği gibi, her beyit ayrı bir konuyu işlemiş de olabilir.

Gazellerde aşk duyguları, şarap âlemleri, tabiat güzellikleriyle birleşmiş bir şekilde, canlı ve akıcı bir üslûpla dile getirilir.

Gazelin ilk beyitine matla, son beyitine makta adı verilir. Matla beyitinden sonra gelen beyite hüsn-i matla, makta beyiti'nden bir önceki beyite ise hüsn-i makta denir. En güzel beyitine beyt'ül gazel, beyitleri arasında konu birliği bulunan gazellere yek-ahenk gazel, her beyiti aynı mükemmellikte söylenmiş olan gazellere ise yek-avaz gazel denir.

Mısra sonlarındaki kafiyelerden ayn olarak "mısra içlerinde de kafiye bulunan gazellere musammat gazel adı verilir. Değişik konularda yazılmış olmakla beraber, gazeller genellikle birer aşk şiirleridir. Sevgi bitmez tükenmez temasıdır. Gazellerin isimlendirilmeleri ya rediflerine göre veya ilk mısralarına göre olur. Ayrı kelime halinde redifleri olan gazeller bu rediflerine göre, olmayanlar ise ilk mısralarına göre adlandırılır.

Divan edebiyatının en yaygın kullanılan nazım biçimidir. Önceleri Arap edebiyatında kasidenin tegaüzzül adı verilen bir bölümü iken sonra ayrı bir biçim halinde gelişmiştir. Gazelin beyit sayısı 5-15 arasında değişir. Daha fazla beyitten olaşan gazellere müyezzel ya da mutavvel gazel denilir. Gazelin ilk beyti "matla", son beyti ise "makta" adını alır.

Matla beytinin dizeleri kendi aralarında uyaklıdır (musarra). Sonraki beyitlerin ilk dizeleri serbest ikinci dizeleri ilk beyitle uyaklı olur. Birden fazla mussarra beytin bulunduğu gazel "zü'l-metali", her beyti musarra olan gazel ise "müselsel" gazel adıyla bilinir. İlk beyitten sonraki beyte "hüsn-i matla" (ilk beyitten güzel olması gerekir), son beyitten öncekine "hüsn-i makta" (son beyitten güzel olmalı gerekir) denir.

Gazelin en güzel beyti ise "beytü'l-gazel" ya da "şah beyit" adıyla anılır. Bunun yeri ya da sırası önemli değildir. Bazı gazellerin matlasını oluşturan dizelerden birinci ya da ikincisinin matkasının ikinci dizesi olarak yenilenmesine "redd'i-matla" denir. Şair mahlasını (şairin takma adı, ya da tanındığı ad) maktada ya da "hüsn-i" maktada söyler. Bu durumda beyit ikinci bir adla "mahlas beyti" ya da "mahlashane" olarak anılır. Şairin mahlasını tevriyeli kullanmasına "hüsn-i tahallüs" denir.

Dize ortalarında uyak bulunan gazele musammat, sonu getirilmemiş ya da beyit sayısı 5’in altında bulunan gazellere de "natamam" gazel denir. Başka şairlerin birkaç dize ekleyerek bend biçimine dönüştürdüğü gazellere "tahmis", "terbi" adı verilir. Bütün beyitlerinde aynı düşüncenin ele alındığı gazeller "yekahenk gazel", her beyti öncekinden ustalıklı biçimde söylenmiş gazeller de "yekavaz gazel" olarak adlandırılır.

Gazeller konularına göre de çeşitli isimlerle tanımlanır. Aşka ilişkin acı, mutluluk gibi içli duyguların dile getirildiği gazeller "âşıkane", içki, yaşama boş verme, yaşamdan zevk alma gibi konularda yazılanlara "rindane" denir. Âşıkane gazellere en iyi örnek Fuzuli’nin gazelleri, rindane gazellere en iyi örnek ise Baki’nin gazelleridir. Kadınları ve ten zevklerini konu edinen gazeller ise, örneğin Nedim’in gazelleri, "şuhane", öğretici nitelikli gazellere, örneğin Nabi’nin gazelleri, "hakimane gazel" denir.

Gazeller eskiden bestelenerek okunurdu. Özelikle bestelenmek için yazılmış gazeller de vardır. Gazelleri makamla okuyan kişilere "gazelhan", gazel yazan usta şairlere ise "gazelsera" adı verilir.

Gazel, Türk müziğinde ise şiirin bir hanende tarafından doğaçtan seslendirilmesidir. Sesle taksim olarak da bilinir. Divan sözcüğünün sözlük bakımından iki anlamı vardır: Belli bir kalıpla yazılan ve besteyle okunan şiir türüne divan denir. Kalıp "failatün failatün failatün failün" şeklindedir. Divan sözcüğü, ikinci olarak, divan tarzında şiir yazan sanatçıların eserlerini topladıkları kitap anlamına gelir. Divan, klasik Türk müziğinde ise en az üçer kıtalık şiirlerden bestelenen şarkıları tanımlar.

Gazel

Benî candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı

Kamû bîmârınâ cânan devâ-yî derd eder ihsan
Niçin kılmaz manâ derman menî bîmâr sanmaz mı

Gamım pinhan dutardım ben dedîler yâre kıl rûşen
Desem ol bî vefâ bilmen inânır mı inanmaz mı

Şeb-î hicran yanar cânım töker kan çeşm-i giryânım
Uyârır halkı efgaanım karâ bahtım uyanmaz mı

Gül’î ruhsârına karşû gözümden kanlu âkar sû
Habîbım fasl-ı güldür bû akar sûlar bulanmaz mı

Değildim ben sanâ mâil sen etdin aklımı zâil
Bana ta’n eyleyen gaafil senî görgeç utanmaz mı

Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvâdır
Sorun kim bû ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı

 

13. ve 14. Yüzyıllarda Olay Çevresinde Oluşan Edebi Metinler

Battal Gazi Destanı (Battal-name)

 

Halk arasında “Battal Gazi Destanı” diye de anılan hikâyenin kahramanı “Battal Gazi” dir. Bu kişinin kahramanlıkları etrafında meydana gelen menkâbeler ilk defa Arapça “Zelhimme” adlı kitapta toplanır. Kitabın ilk bölümünde Seyyid Battal Gazi’nin kahramanlıkları, 8. yüzyılda Bizanslılar’la yaptığı savaşlar ve İstanbul’u kuşatan Emevî kumandanı Mesleme’nin silâh arkadaşı Sahsâh’ın başından geçen olaylar anlatılır. Bir destan kahramanı olması dolayısıyla, kitabın ikinci bölümünde, o devirde ve daha sonraki devirlerde cereyan eden birçok olay da Battal Gazi’ye mâl edilir. Görüldüğü gibi destanın kahramanı Arap cengâveri olmasına rağmen, Türk halkı ona Anadolu gazilerine uygun bir ünvan olmak üzere Battal Gazi adını verir.

12. yüzyılda Dânişmendliler Devleti’nin gazi hükümdarları da Haçlılar ve Bizanslılar’a karşı çetin mücadeleler verdikleri için, yaptıkları bu gazâlar halk arasında Emevî-Bizans ve Abbasî-Bizans savaşlarının devamı gibi gösterilmiş ve bu devirde geçen olaylar da Battal Gazi Destanı’na ilâve edilmiştir. Böylece, 12. ve 13. yüzyıllarda Dânişmendliler Devleti bünyesinde nesir halinde yazıya geçen “Battalnâme” adındaki Türkçe destan bu şekilde meydana gelir.

Yazıya ne zaman ve kimin tarafından geçirildiği bilinmeyen ve Türkçe’de çok çeşitli yazma ve basma nüshaları bulunan eser Türk halkı arasında büyük rağbet görmüş, bazı hikâyeler saz şairleri tarafından çeşitli meclislerde şifâhen (ağızdan, sözle) okunarak yayılması sağlanmıştır. Destanın esas kahramanı Battal Gazi tipi ayrıca bazı din kitaplarına, Yeniçeri Ocağı’nda okunan destanî hikâyelere ve bazı tasavvufî şiirlere kadar da girmiştir.

Battal Gazi Destanı, daha sonra, 18. yüzyılda Dârendeli Bekaî adlı bir halk şairi tarafından manzum olarak ve 7000 beyit halinde yeniden kaleme alınmıştır.

Destanın esas hikâyesi, idealist bir İslâm cengâverinin olağanüstü olaylarla dolu macerasından ibarettir. Hikâyenin aslî kahramanı ise, İslâm dini uğrunda sadece Rumlar ve diğer kâfirlerle değil, cinler, devler, cadılar ve ifritlerle de çarpışmak zorunda kalır. Hikâyede ayrıca Battal Gazi’nin atı “Aşkar Devzâde” de önemli bir yer tutar.

Türk edebiyatı tarihinde Türkler’in İslâmiyet’i kabul ettikleri ve yerleşik medeniyete geçtikleri dönemin yazılı ürünü olması bakımından ayrı bir önemi olan destanda, önceki dönemin alp tipi yerine, bu defa İslâm uğrunda gazâ eden gazî ve velî tipi geçer.

Dede Korkut Hikayeleri

Oğuz Türklerinin diğer Türk boylarıyla ya da Rum, Abaza ve Gürcülerle yaptıkları savaşlara ait destanî hikâyelerdir. Halk arasında söylene söylene XIV. yüzyılda son şeklini almış, 15. ve 16. yüzyılda yazıya geçirilmiştir. Hikâyelerin yazarı belli değildir. Dede Korkut hikâyelerinin biri Almanya’da Dresden Kütüphanesi’nde, diğeri Vatikan’da olmak üzere, iki yazma nüshası vardır.

Dede Korkut un kişiliği üzerinde yeterli bilgimiz yoktur. Korkut-Ata adıyla da tanınan Dede Korkut, söylentilere göre Oğuzların Bayat Boyundan Kara Hoca’nın oğludur. Onun, IX. ve XI. yüzyıllar arasında Türkistan’da Sir-Derya nehrinin Aral Gölüne döküldüğü yerde doğduğu, Ürgeç Dede adında bir oğlu olduğu, Oğuz Türklerinden büyük saygı gördüğü, bu bölgelerde hüküm süren Türk hakanlarına akıl hocalığı ve danışmanlık ettiği hikâyelerden anlaşılmaktadır.

Dede Korkut Hikayeleri’nin özellikleri şunlardır:

  • Dede Korkut hikâyeleri on iki hikâye ile bir önsözden oluşmaktadır.
  • Hikâyelerde olaylar nesir, kahramanların duygu ve düşünceleri nazımla dile getirilmiştir.
  • Arı bir dil kullanılmış, olağanüstü olaylara yer verilmiştir.
  • Türkçenin canlı ve doğal anlatım güzelliğini gösteren hikâyelerde ses tekrarlan da sıkça yer almaktadır.
  • Dede Korkut un Türkler arasında, ağızdan ağıza, dilden dile dolaşan hikâyeleri XV. yüzyılda Akkoyunlular devrinde Dede Korkut Kitabı adıyla bir kitapta toplanmış, böylelikle sözden yazıya dökülmüştür.

Bu hikâyeler, Türk ruhuna, Türk düşüncesine, Türk kültürüne ve hayat tarzına ışık tutan en açık belgelerdir. Dede Korkut, Oğuz Türklerini, onların inanışlarını, yaşayışlarını, gelenek ve göreneklerini, yiğitliklerini, sağlam karakteri ve ahlakını, ruh enginliğini, saf, arı, duru bir Türkçe ile dile getirir. Hikâyelerdeki şiirlerde, çalınan kopuzların kıvrak ritmi, yanık havası vardır. Dede Korkut un kahramanları, iyiliği ve doğruluğu öğütler. Güçsüzlerin, çaresizlerin, her zaman yanındadır. Tok sözlü, sözlerinin eridirler. Türk milletinin birlik ve beraberliğini, millî dayanışmayı, el ele tutuşmayı öne çıkarır.

Dede Korkut Hikayeleri’nin Edebi Değeri ve İçeriği

Türk edebiyatının en önemli eserlerinden birisi 12 hikâyeyi içine alan Dede Korkut Kitabı’dır. Bu eser üzerinde yerli ve yabancı araştırıcılar tarafından yüzlerce çalışma yapılmıştır. Eserin iki önemli yazması bulunmakta olup bunlar Almanya’nın Dresden şehrinde ve Vatikan’dadır.

Bir giriş ve on iki hikâyeden oluşan Dede Korkut hikâyelerinin konusu da çeşitlilik göstermektedir. Bunlardan birinci (Dirse Han Oğlu Boğaç Han) ve on ikinci (İç Oğuzun Dış Oğuza Asi Olup Beyrek’in Öldürülmesi) hikâyelerde Oğuzların kendi aralarındaki mücadeleler anlatılmaktadır. Basat’ın Tepegöz’ü Öldürdüğü Hikâye ile Duha Koca Oğlu Deli Dumrul Hikâyesinde ise Oğuzların olağanüstü güçlerle olan mücadelesi ele alınmıştır. Kalan sekiz hikâyede (Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması, Kam Püre Oğlu Bamsı Beyrek, Kazan Bey’in Oğlu Uruz Bey’in Esir Düşmesi, Kanlı Koca Oğlu Kan Turalı, Kazılık Koca Oğlu Yigenek, Begil Oğlu Emren, Uşun Koca Oğlu Segrek, Salur Kazan’ın Tutsak Olup Oğlu Uruz’un Kurtarması) ise Oğuzların komşuları ile olan mücadelelerini görmekteyiz.

Dede Korkut hikâyelerinin birinci derecede kahramanı Dede Korkut, Kazakistan kaynaklarına göre Kızılordalıdır ve mezarı Sırderya Irmağı’nın kenarındadır. Hikâye kahramanı Dede Korkut’un doğumu, mitoloji ve efsane ile süslenerek 36 ayda dünyaya gerçekleşmiştir. O, doğduğunda olağanüstülükler olmuş, mevsim değişmiştir. Tıpkı doğumu gibi Dede Korkut’un ölümü de olağanüstülüklerle doludur. Bir rivayete göre 295 yıl yaşamıştır. Öleceğini hissedince dört bir yana gitmiş, ama her gittiği yerde kendi mezarını kazanlarla karşılaşmıştır. Bunun üzerine ölümden kaçamayacağını anlamış ve Sırderya Irmağı’nın üzerine seccadesini sermiş ve ibadet etmeye başlamıştır. Bu sırada bir yılan onu sokmuş ve ırmağın dalgaları Dede Korkut’u bugünkü mezarının olduğu yere bırakmıştır.

Dede Korkut hikâyeleri IX ve XI. yüzyıllarda oluşmuş, XV. yüzyılın sonunda, adını bilmediğimiz biri tarafından yazıya geçirilmiştir. Hikâyeler, Hanlar Hanı Bayındır Han veya Salur Kazan’ın verdiği ziyafetle başlar. Oğuz beyleri Bayındır Han veya Salur Kazan’dan izin aldıktan sonra ava giderler. Bu arada yurtları düşman saldırısına uğrar. Bunun sonucunda mallarını kaybederler, bu sırada Oğuz beyleri bir bir gelirler ve düşmanı yenerek ülkelerini ve tutsakları kurtarırlar.

Hikâyelerin geçtiği coğrafi alan Hazar Denizi’nin doğusu ve batısıdır. Doğusunda geçen yerler arasında Kazılık Dağı, Ala Dağ, vb. yerler ilk aklımıza gelenlerdir. Hazar Denizi’nin batısında ise bu bölge Azerbaycan ve Türkiye’nin Kuzey Doğu Anadolu Bölgesidir. Bu geniş coğrafya adı konulmasa da bir Oğuz ülkesidir.

Dede Korkut, Oğuzların akıl hocasıdır. O, Oğuz kavminin sorunlarını çözer, yeni doğan çocuklara ad verir, evlenmek isteyenleri evlendirir. O aynı zamanda kopuzun bulucusu ve ozanların piridir. Her hikâyenin sonunda yapılan şenliklerde kopuz çalar, destanlar söyler.

Dede Korkut hikâyelerinde Hanlar Hanı Bayındır Han en üst mevkidedir. Ondan sonra Salur Kazan gelir. Her beyin bir divanı bulunmaktadır. Beylerin çocuklarına av avlayıp, kuş kuşladıktan ve baş kestikten sonra beylik verilir. Yine av avlamayan, kuş kuşlamayan ve baş kesmeyen çocuğa ad verilmez. Hikâyelerde beylerin yanında 300, çocuklarının yanında ise 40 yiğit vardır. Hatunların yanında da 40 ince belli kız bulunmaktadır.

Hikâyelerde Oğuzlar Müslüman’dırlar, ancak din kuvvetli bir unsur olarak görülmez. Oğuz beyleri sefere çıkmadan önce arı sudan abdest alırlar, iki rekât namaz kılarlar. Düşmanlara saldırıları sırasında “adı görklü Muhammed”e salâvat getirirler. Savaşların sonunda daima düşmanlarından aldıkları kalelerdeki kiliseyi mescide çevirirler, keşişleri öldürüp ezan okuturlar. Ayrıca hikâye boyunca dört büyük melek (Cebrail, Azrail, İsrafil, Mikail)ten, peygamberler (Hazreti Musa, Hazreti Muhammed)den, üç halife (Hazreti Ebubekir, Hazreti Osman, Hazreti Ali)den ve Kur’an-ı Kerim (Amme, Tabereke, Yasin, İhlâs Sureleri, vb)’den söz edilir.

Bütün bunlara rağmen İslamiyet’in yasakladığı içkiyi içerler, kâfir kızlarına sağrak [kadeh] sundururlar. At eti yerler, kımız içerler. Hatta Deli Dumrul, Allah’ı tanımaz ve onunla savaşmak ister.

Hikâyelerde aile çok sağlamdır. Bamsı Beyrek hikâyesinin dışında bütün Oğuz beylerinin tek eşle evlilikleri söz konusudur. Bamsı Beyrek’in ikinci evliliği de Parasar’ın Bayburt Hisarı’ndan kurtulması sırasında kızın yardım etmesi ve Beyrek’in verdiği sözden dolayıdır. Oğuz beyleri kadınlara karşı saygılıdırlar.

Hikâyelerde, alp tipi evlilik vardır. Bunun en güzel örneği Bamsı Beyrek ve Kan Turalı hikâyelerinde görülmektedir. Bu arada beşik kertmesi evliliğin varlığından da söz edebiliriz. Yine Deli Karçar’ın Banu Çiçek için istediği, 1000 dişisini görmemiş erkek deve; 1000 dişisini görmemiş koç; 1000 dişisini görmemiş aygır; 1000 kuyruksuz, kulaksız köpek; 1000 pire bu dönemin kalını (başlık parası)dır.

Dede Korkut hikâyelerinde iki yüzlülük yoktur. Bütün beyler ve kadınlar merttirler. Yalan söylemezler, hikâyelerin tek yalancısı Yalancıoğlu Yaltacuk ise konu gereği Bamsı Beyrek hikâyesinde karşımıza çıkar. Anneye çok değer verilir, Oğuzlara göre “ana hakkı Tanrı hakkıdır”. Tercih edilen çocuk erkektir. Hikâyelerdeki hayat tarzı göçebeliktir. Tek varlıkları sürüleridir. Onların develeri, atları, koyunları çok kıymetlidir. Sayıları binlerle ifade edilen bu hayvanların çobanları vardır.

Hikâyelerde kopuzun yanında davuldan da söz edilir. Savaşa gitmeden önce davul çalınırken kopuz hemen hemen her Oğuz beyinin yanından hiç eksik etmediği müzik aletidir. Hatta kopuz Oğuzlarda tanınma işaretidir.

Hikâyelerde tabiat çok canlıdır, heybetlidir, hırçındır, dağlar geçit vermez. Hikâyelerde dağlar, sular canlı gibi düşünülmüş ve onlarla konuşulmuştur. Hikâyelerin değişmezlerinden birisi de avdır. Hemen hemen her hikâyede ava çıkılmaktadır. Av alanında önemli kararlarında alındığını hatırlatmakta yarar vardır. Eser, Türk dili ve kültürü açısından olduğu kadar halk bilimi açısından da son derece önemli bir kaynaktır. Türklerin doğum, evlenme ve ölüm âdetleri, antları, çocuk oyunları, halk hekimliği ve halk baytarlığı, vb. konularda başvuracağımız ilk kaynakların başında Dede Korkut hikâyeleri gelir.

Türk âşıklık geleneğinin kökeni hakkında bilgi sahibi olduğumuz en önemli eser yine Dede Korkut hikâyeleridir. Hikâyenin giriş kısmında; “Kolça kopuz götürüp ilden ile bigden bige ozan gezer. Er cömerdin er nakesin ozan bilür. îleyünüzde çalup aydan ozan olsun. Azup gelen kazayı Tanrı savsın hanum hey.” denilerek âşıkların en önemli özelliği bu eserde ortaya konulmuştur. Halk mutfağıyla ilgili bilgileri yine bu eserde bulmaktayız: Kara koyun yahnisi, bazlama, bir külek yoğurt, vb.

Dede Korkut hikâyeleriyle ilgili olarak Kilisli Muallim Rıfat, Orhan Şaik Gökyay, Muharrem Ergin, Saim Sakaoğlu, Osman Fikri Sertkaya, Semih Tezcan, Dursun Yıldırım, Keriman Üstünova, Güllü Yoloğlu, Ali Duymaz, vb. bilimsel çalışma yapanlardan bazılarıdır.

Muhakemetü’l-Lugateyn

Kelime anlamı iki dilin karşılaştırılması olan bu eser, 15.yüzyıl edebî şahsiyetlerinden Ali Şir Nevai’nin Çağatay Türkçesi (Hakaniye) ile yazdığı en önemli eserdir. Eser, Kaşgarlı Mahmut’un yazdığı Divanü Lugati’t Türk’ten sonra milli dili korumak endişesiyle İslami dönem edebiyatının bu konuda yazılmış en önemli ikinci eseridir.  Divanü Lugati’t Türk’te Türkçenin Arapçayla “at başı gittiği” ispatlanmaya çalışılırken bu eserde Türkçenin Farsçadan üstünlüğü ispatlanmaya çalışılmıştır.

Ali Şir Nevâî bu eserinde, Türkçeyi edebi dil olarak kullanmayan, Farsça yazan çağdaşlarına bir mesaj vermek istemiş, ediplerin eserleri Türkçeyle yazmaları yönünde telkinler vermeye çalışmıştır.  Sanatçı, mensubu olduğu Çağatay Türkçesi ve Lehçesini ele almıştır. Dolayısıyla Ali Şir Nevai, 15. yy Çağatay Türkçesi ve edebiyatının da en önemli simasıdır.

Ali Şir Nevaî  bu eserinde, zamanındaki şairlerin Türkçeyi bırakarak şiirlerini Farsça ve Arapça ile yazmalarına engel olmak istemiş Türk şairlerine edebi eserleri Türk dili ile yazmalarına teşvik etmek için bu eserini yazmıştır. Eserin yazılmasının önemli bir sebebi Türk aydınları arasında Farsçayı kullanmak yönünde başlayan özentinin önüne geçmek,  Farsçanın Türkçeden daha edebi dil olduğu yönündeki eğilimlere engel olmaktı.

Bir çeşit dil bilgisi kitabı olan bu eser, sadece Türk dili hakkındaki görüşleri ile değil Türk kültürü hakkında başka değerli bilgiler de içermesi bakımından da çok önemli eserdir. Çünkü Nevâî, bu eserinde Türkçenin ne denli üstün bir dil olduğunu ispatlamaya kalkışırken ve delilleri sıralarken, Türklerin sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal yaşantısı içerisinde geçen pek çok terim ve kelime kullanarak açıklamıştır.

Ali Şir Nevaî bu eserde yeryüzündeki başlıca dilleri Arapça, Hintçe, Çağatay Uygurcası ve Farsça olarak saydıktan sonra Türkçe ile Farsçayı karşılaştırır. Arapçanın en üstün ve Hintçenin en değersiz dil olduğunun bilinen bir gerçek olduğunu ifade ettikten sonra,  geri kalan iki dil olan Türkçe ile Farsça dillerinden hangisinin daha üstün bir dil olduğunu çeşitli delillere dayanarak ispat etmeye çalışır. İki dili çeşitli yönlerden örnekler de vererek karşılaştırır. Bu karşılaştırmalarından sonra, sonuç olarak Çağatayca’nın Farsçadan daha üstün bir dil olduğunu ispat eder.

Nevaî, Türkçe kelime haznesinin Farsçaya nazaran daha zengin, daha güzel olduğunu ve Türkçenin Farsçaya göre esnek bir dil olduğunu dile getirir. Bu görüşlerini ispatlamak için çeşitli örnekler verir. Türkçede Birçok kelimenin üç, dört ya da daha fazla anlamı olduğunu lâkin Farsçanın bu yeteneğe sahip olmadığını örneklerle izah eder. Türkçedeki yakın anlamdaki kelimelerin zenginliğine değinen Nevai, Farsçanın bundan yoksun olduğunu vurgulamaktadır.

Nevai,  akrabalık adları, ev, mutfak, giyecek ve savaş kültürüyle ilgili kelimeleri, hayvan ve kuş adlarını, organ adlarını, cinsine ve yaşına göre atların eğer ve diğer binit takımının parçalarına kadar adlarını sayarak Türkçenin ne kadar zengin bir dil birikimine sahip olduğunu bu kelimelerin hemen hiçbirinin Farsçada olmadığını, bu yüzden de Türkçenin daha zengin bir dil olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır.

Özetle sanatçı bu eserini, Türkçenin, Farsçadan üstün olduğunu,  Türkçenin kelime hazinesinin  daha zengin olduğunu,  Türkçe anlatım yollarının daha güzel olduğunu, fiiller bakımından Türkçenin Farsçadan daha üstün bir dil olduğunu, Türkçenin anlam derinliklerinin bir deniz gibi olduğunu, o yüzden de şairlerin Türkçe yazmaları  gerektiğini savunur.

Muhakemetü’l Lügateyn’den

Ana dilim üzerinde düşünmeye koyuldum: Türkçenin derinliklerine dalınca gözlerime on sekiz bin âlemden daha yüksek bir âlem göründü. Bu âlemin süsler, bezekler içinde enginleşen göğü, dokuz gökten daha üstündü. Bu erdemler, yücelikler hazinesinin incileri, yıldızlardan daha parlaktı.

Bu âlemin bahçesine daldım, gülleri güneşler gibiydi. Her yanında göz görmedik, el ayak değmedik neler neler vardı! Ama bu tılsımın yılanları pek korkunç, bu güllerin dikenleri pek yamandı. Bunları görünce düşündüm ve dedim ki:

Demek bizim Türk ozanları bu korkulu ve üzüntülü şeylerden çekindikleri için Türkçeyi bırakıp boşlamışlar ve böyle göçüp gitmişler!..

Fakat ben, bu âlemden vazgeçmedim. Korkmadım, yılmadım, güçlükleri yendim, çetinliklerle savaştım; emeklerimi esirgemedim. Bu âlemin aydınlık alanlarında, ilhamımın şahlanan atını koşturdum. Sınırsız uzaylarda hayalimin hırçın kuşunu havalandırdım.

…Türk’ün bilgisiz ve zavallı gençleri, güzel sanarak, Farsça şiir söylemeye özeniyorlar. Bir insan etraflı ve iyi düşününce, Türkçede bu kadar genişlikler, incelikler, derinlikler ve zenginlikler durup dururken bu dille şiir söylemenin ve sanat göstermenin daha kolay, daha beğenilir olacağını anlar. Türk dilinin olgunluğu ve yüksekliği bu kadar tanıklarla meydana çıkarıldı. Gerek ki bu halk arasında yetişen sanat sahipleri, sanatlarını öz dilleri dururken, özge ile meydana koyamadılar.

…Sözün doğrusu: Türkçe yazmak ellerinden gelmiyor. Eğer Türkçe şiir söyleyecek olsalar, Farsların Türkçe şiirleri gibi olacak. Yazdıklarını, seçkin bir Türkün önünde okuyamayacaklar.

…Bu sözlerden ben Türk olduğum için Türkçenin övgülerinde aşırı gittiğim, Farsça ile az ilgim olduğu için, bu dilin geriliklerini belirtmek istediğim sanılmasın. Farsçayı incelemekte hiç kimse benim kadar derinleşmemiştir.

(İ. Rafet Işıtman Çevirmesi, TDK, 1941)

Divan Edebiyatı

Klasik edebiyat, yüksek zümre edebiyatı olarak da bilinen Divan edebiyatı, Türklerin 13. ve 19. yüzyıllar arasında Anadolu’da oluşturdukları İslam kültürünün ortak özelliklerini yansıtan, geniş ölçüde Arap ve Fars edebiyatlarının etkisini taşıyan bir dönemdir. Şairler, eserlerini “Divan” adı verilen kitapta topladıkları için bu ismi almıştır. Divan şairleri, Arap ve İran edebiyatından aldıkları nazım biçimlerini kendi duyuş ve düşünüşlerine göre kullanmışlardır.

Divan edebiyatı, Türklerin İslam dinini kabul etmelerinden sonra oluşmuş bir edebiyattır. Bundan dolayı din, Allah, peygamber, tasavvuf vb. konular bu edebiyatta önemli bir yer tutar. Divan şairleri, çoğunlukla medrese kültürüyle yetişmiştir. Divan şairlerinin işlediği en önemli konuların başında aşk gelir. Şiirlerde çoğunlukla ‘Allah aşkı. peygamber aşkı” işlenmiştir. Divan şiirinde bir kişiye duyulan ve mecazi aşk olarak nitelenen aşk da ele alınır. Ancak mecazi aşk da çoğunlukla Allah aşkına (ilahi aşk) dönüşür.

Divan edebiyatında şiire, düzyazıdan daha çok önem verilmiştir. Ancak bu, divan edebiyatında nesir olmadığı anlamına gelmemelidir. Çünkü divan edebiyatında nesir alanında da eserler verilmiştir.

Divan Edebiyatının Genel Özellikleri

1. Divan Edebiyatı, 14. yüzyıldan başlayarak medrese eğitimi görmüş şehirli aydınlara seslenen bir edebiyattır.

Saray, konak ve medrese gibi devrin yönetim ve öğretim çevre­leri ile bunlara yakın olan kesimler içinde varlık göstermesinden dolayı saray edebiyatı, daha çok okumuş kesime hitap ettiği için zümre edebiyatı, şairlerin şiirlerini divan denilen şiir defterlerinde toplamaları nedeniyle divan edebiyatı da denilen edebiyat döne­midir.

2. Bu edebiyat geçiş dönemi 11. ve 13. yüzyıllardan sonra, ortak İslamî edebiyatın bir parçası haline gelir.

İlk edebi ürünlerini 11. ve 13. yüzyıllar arasında veren eski Türk Edebiyatı, Arap ve İran edebiyatları etkisinde bir edebiyat dönemi başlatır. Etkilenme ve örnek alma çerçevesinde başlayan bu ede­biyat, zaman içinde farklı bir bakış açısı, duygu ve düşünceleri kendine özgü bir anlatımla ortaya koyarak ortak İslamî edebiyata kendi damgasını vurur.

3. 14. yüzyıldan başlayarak Tanzimat dönemine kadar var­lığını yüzyıllarca sürdüren bu edebiyat, kendine özgü bir gelenek yaratmıştır.

Bu dönemin sanatçıları sanat eserinin eksiksiz ve kusursuz olma­sına özen göstermiş, biçimsel yetkinliği önemsemiştir. Duygu ve düşüncelerin belli bir anlatım şekliyle sunulması gerektiğini dü­şünmüş, üslupta belli kurallar oluşturmuştur. Duygu ve düşünce­leri sanatkârane bir yolla anlatmayı yeğlemiş, sanatlı bir anlatım yaratmıştır. Tüm bu özellikler yüzyıllarca bu alanda eser veren sanatçılar için de izlenmesi gereken bir yol olarak benimsenmiş ve divan edebiyatı bir gelenek yaratmıştır.

4. Bu dönem edebiyatı nazım ağırlıklı olarak gelişmiştir.

Bu dönem edebiyatı şiire önem vermiş, varlığını şiir ağırlıklı ola­rak sürdürmüştür. Nesir (düz yazı) genel olarak şiirin etkisinde ve paralelinde gerçekleşmiş, şiirin gölgesinde kalmış, fazla gelişe­memiştir.

5. Şiirde biçim, biçimsel kusursuzluk büyük önem taşımış­tır.

Şiirin kuruluşu kesin kurallara bağlanmıştır. Bu kurallar şiirin bi­çimini oluşturan nazım birimi (nazım birimi olarak genellikle beyit kullanılmıştır.), ölçü (şiirin ölçüsü aruzdur), uyak (genellikle tam ve zengin uyaklar kullanılmıştır.), nazım şekli (gazel, kaside, mes­nevi) başlıca nazım şekilleridir.)

6. Bu edebiyatın dili Osmanlıcadır.

Divan edebiyatının dili, ortak İslâm uygarlığının kullandığı yazılı kültür diline dayanır. Yazı dilinde Arap alfabesi kullanılmıştır. Ay­dın zümrenin kullanıldığı Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı Os­manlıca denilen dil, bu üç dilin karışımıdır. Dilde Arapça ve Farsça sözcük ve tamlamaların çokluğu dikkat çeker.

7. Divan edebiyatında sanatkârane bir anlatım kullanılır.

Edebî sanatlara düşkünlük, süslü, sanatlı ve mecazlı bir anlatım yaratma bu edebiyatın önemli özelliklerinden biridir. Edebî sana­tın yoğun kullanıldığı süslü anlatım, dönemin sanat anlayışı ve kültür yapısıyla ilgilidir. Divan sanatçıları “Sanat için sanat” anla­yışındadır.

8. Divan edebiyatında şiirlere özel bir ad, bir başlık kon­maz.

Divan şaireri şiirlerini genel olarak nazım şekilleriyle adlandırır. Gazel, kaside, mesnevi, terkib-i bend vb. Şiirlere özel bir başlık konulmaması, İslamî kültürün etkisiyle açıklanabileceği gibi şiir­de konu bütünlüğünün olmamasına da bağlanabilir. Çünkü divan sanatçıları bütün güzelliği yerine parça güzelliğini önemsemiştir.

9. Divan şiirinde mazmunlar geniş yer tutar.

Duygu ve düşüncelerin belirli, kalıplaşmış sözlerle ifadesine maz­mun denir. Sıkı kurallar içinde gelişen divan şiirinde mazmunlar önemli bir yer tutar. Örneğin sevgilinin boyu selvi, kiprikleri ok, yanakları ruhsar, ağzı goncadır. O sevgiliye aşık olan kişi bülbül ya da pervane’dir. Kişisel ve özgün anlatımlara bu şiirlerde sıkça rastlanmaz.

10. Divan edebiyatı konu,tema ve türler yönünden belli ka­lıplar içinde kalmıştır.

Çoğu Arap ve Fars edebiyatlarıyla ortak olan konu, tema ve tür­ler, hemen hemen bütün sanatçılar tarafından ya olduğu gibi ya da çok küçük değişiklikler yapılarak kullanılmıştır. Biçimde olduğu gibi konuda da görülen bu sıkı disiplin, insanın duygu ve düşüncelerinin olduğu gibi anlatmasını, toplumda olup bitenleri ortaya koymasını, sanatçının özgür ifadesini sınırlamış, sanatçıyı dar bir alanda bırakmıştır.

11. Divan edebiyatı geniş halk kesimlerinden kopuk ve so­yut bir edebiyattır.

Divan edebiyatında her şey zihinden tasarlanmıştır. Toplumsal sorunlar, günlük hayat ve yerli yaşam esere yansımamıştır. Hayali ve soyut unsurlar eserlerde ağırlıklı olarak kendini gösterir.

Divan Şiiri

Divan şiirinin genel özellikleri şunlardır:

  • Aruz ölçüsü kullanılmıştır.
  • Daha çok tam ve zengin uyak kullanılmıştır.
  • Şiirler, “göz için kafiye” anlayışıyla yazılmıştır.
  • Nazım birimi olarak ağırlıklı olarak beyit tercih edilmiş, beyte göre az da olsa dörtlük kullanılmıştır.
  • Arapça ve Farsça sözcük ve tamlamalar yoğun olarak kullanılmıştır.
  • Oldukça sanatlı, ağır bir dili vardır.
  • Anlam ve söz sanatlarına yer vermek bir hüner olarak görülmüştür.
  • Gazel, mesnevi, kaside ve rubai gibi Arap ve İran edebiyatı nazım şekillerinin yanı sıra Türklere ait olan şarkı ve tuyuğ nazım şekilleri de kullanılmıştır.
  • Şiirler konularına göre tevhit, münacat, naat, methiye, fahriye, mersiye, hicviye adlarını almıştır.
  • Aşk, şarap, sevgili, Allah aşkı gibi konular ağırlıklı olarak işlenmiştir.
  • Bütün güzelliğine değil parça güzelliğine önem verilmiştir.
  • Somut konulardan çok soyut konular işlenmiştir.
  • “Sanat için sanat.” anlayışı egemendir.
  • Konudan çok konunun işleniş biçimi önemsenmiştir.
  • Divan şiirinin İran edebiyatından aktarılmış, şaire özgürlük tanımayan bir estetiği vardır.
  • Duygu ve düşünceler kalıplaşmış sözlerle; yani “mazmun”­larla anlatılmıştır.
  • Şairler, mahlaslarını son beyitte söylemişlerdir.

Bu dönemde en çok kullanılan nazım şekilleri şunlardır:

Gazel

Divan şiiri nazım şekillerindendir. Kelime olarak kadınlarla âşıkâne sohbet etmek, konuşmak anlamına gelir.

Terim olarak aşk, şarap, tabiat ve kadın konularını işleyen şiirlere denir. Kendi başına bir nazım şekli olarak, İran ve Türk Edebiyatı'nda ortaya çıkan gazel, beyitler halinde yazılır ve beyit sayısı beş ile onbeş arasında değişir.

Türk Divan Edebiyatı'nda; çok yaygın olarak kullanılan bir nazım şeklidir. Hemen hemen aruz'un her kalıbıyla yazılır. Birinci beyit kendi arasında kafiyeli, diğer beyitlerin birinci mısraları serbest, ikinci mısraları birinci beyit ile kafiyelidir. Kafiye düzenini şematik olarak belirtmek gerekirse aa / ba / ca / da / ea / fa şeklinde ifade etmek mümkündür. Gazellerde beyitler arasında mana birliği olabileceği gibi, her beyit ayrı bir konuyu işlemiş de olabilir.

Gazellerde aşk duyguları, şarap âlemleri, tabiat güzellikleriyle birleşmiş bir şekilde, canlı ve akıcı bir üslûpla dile getirilir.

Gazelin ilk beyitine matla, son beyitine makta adı verilir. Matla beyitinden sonra gelen beyite hüsn-i matla, makta beyiti'nden bir önceki beyite ise hüsn-i makta denir. En güzel beyitine beyt'ül gazel, beyitleri arasında konu birliği bulunan gazellere yek-ahenk gazel, her beyiti aynı mükemmellikte söylenmiş olan gazellere ise yek-avaz gazel denir.

Mısra sonlarındaki kafiyelerden ayn olarak "mısra içlerinde de kafiye bulunan gazellere musammat gazel adı verilir. Değişik konularda yazılmış olmakla beraber, gazeller genellikle birer aşk şiirleridir. Sevgi bitmez tükenmez temasıdır. Gazellerin isimlendirilmeleri ya rediflerine göre veya ilk mısralarına göre olur. Ayrı kelime halinde redifleri olan gazeller bu rediflerine göre, olmayanlar ise ilk mısralarına göre adlandırılır.

Divan edebiyatının en yaygın kullanılan nazım biçimidir. Önceleri Arap edebiyatında kasidenin tegaüzzül adı verilen bir bölümü iken sonra ayrı bir biçim halinde gelişmiştir. Gazelin beyit sayısı 5-15 arasında değişir. Daha fazla beyitten olaşan gazellere müyezzel ya da mutavvel gazel denilir. Gazelin ilk beyti "matla", son beyti ise "makta" adını alır.

Matla beytinin dizeleri kendi aralarında uyaklıdır (musarra). Sonraki beyitlerin ilk dizeleri serbest ikinci dizeleri ilk beyitle uyaklı olur. Birden fazla mussarra beytin bulunduğu gazel "zü'l-metali", her beyti musarra olan gazel ise "müselsel" gazel adıyla bilinir. İlk beyitten sonraki beyte "hüsn-i matla" (ilk beyitten güzel olması gerekir), son beyitten öncekine "hüsn-i makta" (son beyitten güzel olmalı gerekir) denir.

Gazelin en güzel beyti ise "beytü'l-gazel" ya da "şah beyit" adıyla anılır. Bunun yeri ya da sırası önemli değildir. Bazı gazellerin matlasını oluşturan dizelerden birinci ya da ikincisinin matkasının ikinci dizesi olarak yenilenmesine "redd'i-matla" denir. Şair mahlasını (şairin takma adı, ya da tanındığı ad) maktada ya da "hüsn-i" maktada söyler. Bu durumda beyit ikinci bir adla "mahlas beyti" ya da "mahlashane" olarak anılır. Şairin mahlasını tevriyeli kullanmasına "hüsn-i tahallüs" denir.

Dize ortalarında uyak bulunan gazele musammat, sonu getirilmemiş ya da beyit sayısı 5’in altında bulunan gazellere de "natamam" gazel denir. Başka şairlerin birkaç dize ekleyerek bend biçimine dönüştürdüğü gazellere "tahmis", "terbi" adı verilir. Bütün beyitlerinde aynı düşüncenin ele alındığı gazeller "yekahenk gazel", her beyti öncekinden ustalıklı biçimde söylenmiş gazeller de "yekavaz gazel" olarak adlandırılır.

Gazeller konularına göre de çeşitli isimlerle tanımlanır. Aşka ilişkin acı, mutluluk gibi içli duyguların dile getirildiği gazeller "âşıkane", içki, yaşama boş verme, yaşamdan zevk alma gibi konularda yazılanlara "rindane" denir. Âşıkane gazellere en iyi örnek Fuzuli’nin gazelleri, rindane gazellere en iyi örnek ise Baki’nin gazelleridir. Kadınları ve ten zevklerini konu edinen gazeller ise, örneğin Nedim’in gazelleri, "şuhane", öğretici nitelikli gazellere, örneğin Nabi’nin gazelleri, "hakimane gazel" denir.

Gazeller eskiden bestelenerek okunurdu. Özelikle bestelenmek için yazılmış gazeller de vardır. Gazelleri makamla okuyan kişilere "gazelhan", gazel yazan usta şairlere ise "gazelsera" adı verilir.

Gazel, Türk müziğinde ise şiirin bir hanende tarafından doğaçtan seslendirilmesidir. Sesle taksim olarak da bilinir. Divan sözcüğünün sözlük bakımından iki anlamı vardır: Belli bir kalıpla yazılan ve besteyle okunan şiir türüne divan denir. Kalıp "failatün failatün failatün failün" şeklindedir. Divan sözcüğü, ikinci olarak, divan tarzında şiir yazan sanatçıların eserlerini topladıkları kitap anlamına gelir. Divan, klasik Türk müziğinde ise en az üçer kıtalık şiirlerden bestelenen şarkıları tanımlar.

Gazel

Benî candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı

Kamû bîmârınâ cânan devâ-yî derd eder ihsan
Niçin kılmaz manâ derman menî bîmâr sanmaz mı

Gamım pinhan dutardım ben dedîler yâre kıl rûşen
Desem ol bî vefâ bilmen inânır mı inanmaz mı

Şeb-î hicran yanar cânım töker kan çeşm-i giryânım
Uyârır halkı efgaanım karâ bahtım uyanmaz mı

Gül’î ruhsârına karşû gözümden kanlu âkar sû
Habîbım fasl-ı güldür bû akar sûlar bulanmaz mı

Değildim ben sanâ mâil sen etdin aklımı zâil
Bana ta’n eyleyen gaafil senî görgeç utanmaz mı

Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvâdır

Sorun kim bû ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı

Kaside

Kelime anlamı “kastetmek, yönelmek”tir. Kaside, belli bir amaçla yazılmış şiirlerdir. Genellikle din ve devlet büyüklerini övmek için yazılır.

Kasidenin özellikleri şunlardır:

  • Nazım birimi beyittir.
  • Beyit sayısı çoğunlukla 33 ile 99 arasındadır.
  • Kafiyelenişi gazeldeki gibidir: aa, ba, ca, da…”
  • İlk beytine ‘matla”; son beytine ‘makta”; en güzel beytine “beytül kasid”; şairin adının ya da mahlasının geçtiği beyte de “taç-beyit” denir.
  • Nef’i, kasideleriyle ünlü bir Divan şairidir.
  • Türüne, giriş bölümünün konusuna veya redifine göre isimlendirilebilir. Rediflerine göre: Su Kasidesi (Fuzulî), Güneş Kasidesi (Ahmet Paşa)…
  • Konularına göre tevhit, münacat, naat, methiye olmak üzere türlere ayrılabilir. Nesib (teşbib), girizgâh, tegazzül, methiye, fahriye, dua bölümlerinden oluşur.

Kasidenin bölümleri şunlardır:

Nesib (teşbib): Kasidenin giriş bölümüdür. Bir tabiat tasvirinin yapıldığı veya sevgilinin güzelliklerinin anlatıldığı bölümdür. Bu bölümün konuları bahar, kış, yaz, Ramazan, bayram, nevruz, gül, sümbül, güneş, söz ustalığı, kalem, gece, savaş, at veya bir güzel olabilir. Kasideler bu bölümde ele alınan konuya göre adlandırılır.

Girizgâh: Asıl konuya giriş yapmak üzere düzenlenmiş en fazla iki beyitlik bölümdür.

Medhiye: Kasidenin sunulduğu kişinin, yani padişahın veya bir devlet büyüğünün övüldüğü bölümdür. Bu bölümde abartılı ve sanatlı bir övgü vardır.

Tegazzül: Şair, genellikle medhiyeden sonra arada bir gazel söyler. Bu bölüme tegazzül adı verilir. Tegazzül bölümü her kasidede bulunmaz.

Fahriye: Şairin kendini övdüğü bölümdür. Burada da şair abartılı bir ifade kullanır.

Dua: Şairin, kendisi, daha çok da övdüğü kişi için Allah’tan yardım dilediği, dua ettiği bölümdür.

Rubai

Aruzun kendine özgü kalıplarıyla yazılan, dört dizeden oluşan bir nazım şeklidir.

Rubainin özellikleri şunlardır:

  • Uyak düzeni manide olduğu gibi “aaxa” şeklindedir.
  • Rubaide daha çok felsefe ve tasavvufla ilgili düşünceler, dünya görüşü, bir nükte işlenir.
  • Az sözle çok şey ifade etmek amaçlandığından rubaide anlam yoğunluğu vardır.
  • Şairler rubaide mahlas söylemez.
  • Bu türün en büyük şairi Ömer Hayyam’dır.
  • Azmizade Haleti, yazdığı bin kadar rubai ile Osmanlı Döneminin en büyük rubai şairi olarak tanınır.
  • Cumhuriyet Döneminin en büyük rubai ustası ise Yahya Kemal Beyatlı’dır.
Rubai Örneği
Ahvâl-i cihânı her zaman söyleşelim
Amma gam-ı aşkımız nihân söyleşelim
Ey vâkıf-ı râz-ı aşk olan ârif-i cân
Ney gibi seninle bî-zebân söyleşelim

(Azmizade Haleti)

Şarkı

Şarkı, Türklerin divan şiirine kazandırdığı bir nazım şeklidir.

Şarkının özellikleri şunlardır:

  • Bestelenmek için yazıldığından dili sadedir.
  • Halk edebiyatındaki türkünün karşılığı olan şarkı genellikle 3-5 dörtlükten oluşur.
  • Uyak düzeni ‘abab, cccb, dddb…” şeklindedir.
  • İlk dörtlüğün son dizesi diğer dörtlüklerde tekrar eder, yani nakarattır.
  • Şarkının üçüncü dizesine miyan denir.
  • Aşk ve sevgi konusunun işlendiği şarkılarda şair, son dörtlükte mahlasını söyler.
  • Nedim bu türün en başarılı şairidir.

Tuyuğ

Türklerin divan edebiyatına kazandırdığı, düşünsel ve felsefi konularla ilgili olarak yazılan bir nazım şeklidir.

Tuyuğun özellikleri şunlardır:

  • Uyak düzeni “aaxa” şeklindedir.
  • Halk edebiyatında maninin, divan edebiyatında ise rubainin karşılığı olarak görülür.
  • Rubai gibi tek dörtlükten oluşan tuyuğ, aruzun sadece “fâilâtün, fâilâtün, fâilün” kalıbıyla yazılır.
  • Rubaide olduğu gibi düşünce ağırlıklı konular işlenir.
  • Divan edebiyatında Kadı Burhaneddin bu türün en önemli şairidir.
Tuyuğ Örneği
Dilberin işi itâb u nâz olur
Çeşmi cadû, gamzesi gammâz olur
Ey gönül sabret, tahammül kıl ana
Yâre erişmek işi az az olur

(Kadı Burhaneddin)

Murabba

Özellikle felsefi konular ve aşk olmak üzere her konuda yazılabilen Divan şiiri nazım şeklidir.

Murabbanın özellikleri şunlardır:

  • Dörder dizelik bentlerden oluşan nazım şeklidir.
  • Uyak düzeni “aaaa, bbba, ccca…” şeklindedir. Bazen dördüncü mısralar nakarat olabilir.
  • Bazı murabbalarda birinci dörtlüğün son dizesi, diğer dörtlüklerde tekrar eder, yani nakarat şeklindedir.
  • Övgü, yergilerde; dinî ve öğretici konularda yazılan murabbalar çoğunlukla 6-7 dörtlükten oluşur.
  • Tanzimat dönemi sanatçısı Namık Kemal, murabba nazım şeklinin edebiyatımızdaki en önemli ismidir.
Murabba Örneği
Geçti cânânın firakı canıma
Tîr-i çevri gibi girdi kanıma
Nâleden bir kimse gelmez yanıma
Söyle ey bâd-ı sabâ cânânıma

(Yahya Bey)

Terkibibent

Terkibibent, edebiyatımızda çok kullanılmış ve bu nazım şekliyle hemen her konu işlenmiştir. Toplumun bozuk yönleri, dalkavukluklar, idarecilerin kötü davranışları, felsefi görüşler, toplumdan şikâyet, Allah’ın varlığı ve kudreti, kâinatın sonsuzluğu, insanın bu kudret ve sonsuzluk karşısındaki durumu ve hayattaki zıtlıklar gibi konular işlenir.

Terkibibentin özellikleri şunlardır:

  • 8-20 dizelik bentlerden oluşan nazım şeklidir.
  • Genellikle 5-7 bentten oluşur.
  • Bentlere “hane”, bentleri bağlayan beyitlere ise “vasıta” denir.
  • Şair, son bentte mahlasını söyler.
  • Kafiye düzeni aa xa xa xa xa xa bb (v) – cc xc xc xc xc xc dd (v) ya da; aa aa aa aa aa aa bb – cc cc cc cc cc cc dd… şeklindedir.
  • Vasıta beyti, bentteki dizelerden ve diğer vasıta beyitlerinden ayrı kafiyelenir.
  • Münacaat, naat gibi dinî; felsefi ve tasavvufi düşünce gibi öğretici konular; övgü, yergiler işlenir.
  • Edebiyatımızda terkibibent deyince akla ilk gelen isim Bağdatlı Ruhi dir. Onun terkibibenti gazel kafiyeli 16’şar mısralık 17 bentten oluşmuş uzun bir şiirdir. Dönemindeki aksaklık ve bozuklukları, insanların zayıf ve kötü taraflarını alaylı bir dille hicveden bu terkibibent çok tanınmış ve pek çok şair tarafından nazire yazılmıştır.

Divan Edebiyatı Nazım Türleri

Divan edebiyatında nazım biçimlerinin yanında nazım türleri de vardır. Bu nazım türleri, işlediği konuya göre isimlendirilir.

Tevhid: Allah’ın birliğini ve yüceliğini konu edinen ve kaside nazım biçimiyle yazılan şiirlerdir.

Münacat: Allah’a yalvarıp yakarmak, ondan af dilemek için yazılan şiirlerdir. Genellikle kaside nazım şekliyle yazılır. Tevhit ve münacat divanlarda en başta yer alır.

Naat: Hz. Muhammed i övmek için yazılan şiirlerdir. Kaside şeklinde yazılan bu tür şiirlerde Hz. Muhammed’in türlü vasıfları ve mucizeleri anlatılır.

Mersiye: Ölen kişilerin ardından söylenen yas şiirleridir. İslamiyet öncesi edebiyattaki adı “sagu”, halk edebiyatındaki adı ise “ağıt “tır. Genellikle terkib-i bend ve kaside nazım şekliyle yazılır.

Medhiye: Ünlü bir kişiyi övmek için kaside şekliyle yazılan şiirlerdir. Ya padişah, vezir, şeyhülislam gibi yaşayan devlet büyüklerine ya da 4 halife ve başka din-tarikat ulularına yazılır.

Hicviye: Herhangi bir kişiyi ya da düşünceyi yermek amacıyla kaside veya kıt a nazım biçimleriyle yazılan şiirlerdir. Halk edebiyatındaki adı “taşlama”, yeni şiirimizdeki adı “yergi”, Batı edebiyatındaki adı ise “satirik şiir”dir. Medhiyelerde ve hicviyelerde abartılı bir üslup vardır. En ünlü hicviye şairi Nefi dir.

Fahriye: Şairin kendisini övdüğü şiirlerdir. Genellikle kasideler içinde bir bölümdür. Fahriyede de sanatlı bir üslup kullanılır.

Divan Şiirinde Akımlar

Divan şiirinde akımların varlığından söz etmek oldukça güçtür. Çünkü Divan edebiyatının kendisi, dayandığı dinsel nitelikli dünya görüşü, kurallara bağlanmış şekli, yinelenen mazmunlarıyla başlı başına bir akımdır. Altı yüz yılı aşkın gelişim sürecinde, biçim yetkinliğine, söyleyiş ustalığına ulaşmış ozanların çevresinde ya da izinde kümelenmeler görülür yalnızca. Nazirecilik bunun en somut örneğidir. Edebiyat tarihlerinde rastlanan Baki okulu, Nedim okulu gibi nitelemeler bu açıdan değerlendirilmelidir. Toplum yapısını altüst edecek dönüşümlerin gerçekleşmeyişi ve dine dayalı dünya görüşünün egemenliği sanatta, gerek öz gerekse biçim açısından yeni oluşumları önler. Yeni gibi görünen arayışlar, eğilim düzeyini aşamadan, divan edebiyatının ilkeleri, başka deyişle kalıpları içinde döner durur.

Divan Edebiyatındaki başlıca akımlar şunlardır:

Sebk·i Hindi Akımı

  • Hindistan’da ortaya çıkmış İran üzerinden divan şairlerini etkilemiştir.
  • Türk edebiyatında 17. yy’da görülmüştür.
  • Şiirde anlam derinliği önemsenmiş bunun için hayal gü­cünden yaralanılmıştır.
  • İnsan ruhunun çektiği acılar dolayısıyla da tasavvuf bu tarz şiirlerin ana konusunu oluşturur.
  • Arapça ve Farsça sözcük ve tamlamalarla yüklü, bağlaç­larla örülü ağır bir dil kullanılmıştır.
  • Sanatlı ve süslü ifa­deler hayal gücüyle birleşince soyut, güç anlaşılır bir dil ortaya çıkmıştır.
  • Anlatımlar sanatlı, süslü, soyut ve semboliktir.
  • Naili, Neşati ve Şeyh Galip Sebk-i Hindi akımının en önemli temsilcileridir.

Türkî-i Basit (Sade Türkçe/Mahallileşme) Akımı

  • 15. yy’da divan şairi Necati’nin başlattığı bir akımdır.
  • Mahalli konular, günlük yaşayış şiire girmiştir.
  • Halk zevkine yaklaşılmıştır.
  • Soyuttan çok somut güzeller ve güzellikler işlenmiştir.
  • Günlük konuşma dili, deyim ve atasözleri şiirde kullanıl­mıştır.
  • Bu akım 18. yüzyıl şairi Nedim‘le doruk noktasına ulaş­mıştır.
  • Nedim, halk şiirindeki türküye yakın olan “şarkı” türüne en çok örnek veren şair olarak bu akımın en önemli tem­silcisi olmuştur.
  • Nedim şiirlerinde İstanbul’un somut güzelliklerini, eğlence ve gezinti yerlerini divan şiirine sokmuş; Baki gibi İstanbul Türkçesini şiir dili olarak kullanmıştır.
  • Mahallileşme akımının en önemli temsilcileri Necati, Baki, Nedim, Şeyhülislam Yahya ve Enderunlu Vasıf’tır.

Hikemi (Hakimane) Şiir

  • Düşünceye ağırlık veren, okura yol gösteren şiirlerdir.
  • İnsanı, dünyayı, olayları değerlendiren çeşitli konular iş­lenmiştir.
  • Anlatım kısa ve özlüdür.
  • Daha öncesinde böyle şiirler yazılmakla birlikte akım ola­rak ortaya çıkması 17. yy’da olmuştur.
  • En önemli temsilcisi Nabi‘dir. Nabi Ekolü olarak da bili­nen hikemi şiirlerin önemli diğer temsilcisi 18. yy divan şairlerinden Koca Ragıp Paşa‘dır.

Tasavvuf Akımı

Hem bir felsefe, hem inanç sistemi, hem de yaşayış tarzı olan tasavvuf, 13. yüzyıldan beri Tekke, Divan ve Halk edebiyatlarının temel doğuş ve dünya görüşü olmuştur. Getirdiği inanç sistemi, felsefî dayanak, kavram, mazmun ve terimler bolluğu göz önüne alınırsa tasavvufun Türk sanat ve edebiyatında hakikî büyük ve sürekli, belki de biricik edebiyat akımı olduğu söylenebilir. Divan şiirinde tasavvuf akımının en önemli temsilcisi Mevlana Celaleddin-i Rumi‘dir. Bunun yanında Gülşehri de tasavvufla ilgilenmiştir.

Divan Şiiri Sanatçıları

13. YÜZYIL

Anadolu’da Türk edebiyatı, ilk kalıcı örneklerini 13. yüzyılda vermeye başlar. Bu dönemde edebî dil niteliği kazanmaya başlayan Oğuz Türkçesi ile eserler verilmeye başlanmıştır. Bu yüzyıl, Anadolu’da dini-tasavvufi Türk edebiyatının geliştiği bir dönemdir. Bu dönemin önde gelen tasavvuf şairleri Mevlana, Ahmet Fakih, Sultan Veled ve Şeyyad Hamza’dır. Ancak Klasik Türk şiirinin 13. yüzyılda Hoca Dehhani ile başladığı kabul edilir.

HOCA DEHHANİ

Divan şiirinin ilk temsilcisi sayılır. Bir kasidesinde Horasan’dan Anadolu’ya geldiğini ve tekrar oraya dönmek istediğini söyleyen Dehhani’nin hayatı hakkında bilinenler çok azdır. Selçuklu Sultanı Üçüncü Alaeddin Keykubad’ın takdirini kazanmış ve sultan tarafından bir “Selçuklu Şehnamesi” yazmakla görevlendirilmiştir. Şairin, Farsça olarak 20.000 beyitlik Selçuklu Şehnamesi yazdığı, ancak bu eserin günümüzde ele geçmediği söylenmektedir.

Edebî Kişiliği

  • Dehhani, Anadolu’da divan şiirinin din dışı konularda şiirler yazan bilinen ilk şairidir.
  • Döneminde hemen bütün şairler dinî-tasavvufî konularda şiirler yazarken onun şiirlerinde pek tasavvuf etkisi görülmez.
  • O, bahar, gül, içki meclisleri gibi dünya zevklerini; hasret, arzu, heves, içli şikâyetler hâlinde dünyevî aşkın çeşitli görünümlerini, hayatın geçiciliği gibi din dışı konuları işler şiirlerinde.
  • Az sayıdaki şiirlerinde daha sonraki yüzyıllarda karmaşık mazmunlar hâline gelecek olan teşbih ve istiarelerin zengin örnekleri görülür. Bu bakımdan onun şiirleri, İran tesirinin görüldüğü ilk örnekler sayılmıştır.
  • Dehhani’nin bugüne kadar ele geçen şiirleri bir kaside ve altı gazelden ibaret olup toplam yetmiş dört beyittir.
  • Gazellerinde mazmunlara açık şekilde yer veren şair, Oğuz Türkçesini en zarif ve en sade şekilde kullanmıştır.
  • Şiirleri, Türk edebiyatında gazel ve kaside nazım şeklinin ilk örneklerini oluşturur.
  • Şiirleri ifade ve teknik bakımından aynı devirdeki diğer Anadolu Türk şairlerine oranla daha başarılıdır.

Eseri

Selçuklu Şehnamesi

Şikârî’nin Tarih adlı eserindeki rivayete göre Selçuklu Sultanının isteği üzerine 20 bin beyitlik bir Selçuklu Şehnamesi yazdığı ileri sürülmüşse de bugüne kadar böyle bir eser bulunamamıştır.

Mevlana Celaleddin Rumî (1207-1273)

Horasan’ın Belh şehrinde 1207’de doğmuş, ailesiyle Anadolu’ya göç ederek Konya’ya yerleşmiş ve burada 1273’te vefat etmiştir.

Edebî kişiliği

  • Türk ve dünya edebiyatının önde gelen sanatçılarındandır.
  • Tasavvuf düşüncesini halk zevkine uygun olarak hikâyeler yardımıyla anlatmaya çalışmıştır.
  • Arapça, Farsça ve Rumca da bilen sanatçı, bu dillerle de şiirler söylemiş, devrin edebiyat dili Farsça olduğundan şiirlerini Farsça yazmıştır.
  • Tasavvuf düşüncesini ilahî aşkla birleştirip şiir sanatıyla ölümsüz hâle getirmiştir.
  • Şiiri, musiki ve sema sanatıyla birleştirmiştir.
  • Din, dil, ırk ve mezhep farkı gözetmeksizin bütün insanlığa seslenmiş, insanı insan olduğu için sevmiştir.
  • İnsan sevgisi, ilahî aşk eksenindeki dinî konuları kendine özgü bir anlayışla işlemiştir.

Eserleri:

Mesnevi, Divan-ı Kebîr, Mecalis-i Seb’a, Mektubat, Fihi Mafih

Mesnevi

Mevlana’nın Çelebi Hüsameddin’in isteği üzerine Farsça yazdığı mesnevisidir. 25 bin beyitlik eserde Mevlana, tasavvufi fikir ve düşüncelerini hikâyelerden hareketle anlatmıştır.

Divan-ı Kebîr

Mevlana’nın çeşitli konularda söylediği şiirlerin tamamı bu divanda yer almaktadır. Eserin dili Farsçadır, içinde az sayıda Arapça, Türkçe ve Rumca şiir de yer almaktadır.

Mektubat

Başta Selçuklu hükümdarlarına ve devrin ileri gelenlerine öğüt vermek, kendisine sorulan dinî ve ilmî konularda açıklayıcı bilgiler vermek için yazdığı 147 adet mektuptur.

Fihi Mafih

Mevlana’nın çeşitli meclislerde yaptığı sohbetlerin, oğlu Sultan Veled tarafından toplanması ile meydana gelmiştir.

Mecalis-i Seb’a

Yedi Meclis anlamına gelen eser, Mevlana’nın yedi sohbetinin not edilmesinden meydana gelmiştir.

Sultan Veled (1226-1312)

Mevlana’nın oğlu ve Mevlevilik tarikatının kurucusudur.

Sultan Veled, şiirlerini devrin edebiyat dili olan Farsça ile yazmıştır. Mevlana gibi coşkun, lirik ve derinliği olan bir şair değildir. Daha çok, öğretici nitelikte tasavvufi şiirler yazmıştır. Sayıları az olmakla birlikte Türkçe şiirler de yazmıştır. Bu yönüyle 13. yüzyılda Anadolu’da aruz ölçüsüyle Türkçe şiirler yazılmasında önemli hizmetleri olmuştur.

Mevlânâ’nın tasavvufla alakalı görüşlerini bir sistem halinde birleştirip Mevleviliğe gerçek biçimini kazandıran şairdir. İlk Mevlevi dergâhının kurucusu olarak da bilinir. 1285 yılında Mevlevi tarikatının şeyhi olmuş ve ölüm tarihi olan 1312’ye kadar şeyhlik yapmıştır.

Sultan Veled’in bilinen beş eseri vardır. Dîvân‘ından başka bilinen İbtidâ-nâme, Rebâb-nâme, İntihâ-nâme adlı üç mesnevisi ile Ma’arif adlı bir de mensur eseri bulunmaktadır.

Divan

Değişik nazım şekilleri ile yazılmış dini-tasavvufi ve ahlâki şiirler yer alır. Hacimli bir eser olan Dîvân’ın gazeller bölümünde Türkçe-Farsça-Rumca yazılmış mülemma manzumeler de bulunmaktadır.

İbtidâ-nâme

Sultan Veled’in yazdığı ilk mesnevidir. Veled-nâme adıyla da tanınan eser, 1291 yılında yazılmış olup içinde 76 Türkçe beyit bulunmaktadır. Mesnevi, Mevlânâ hakkında güvenilir bilgi vermesi bakımından önemlidir. Ayrıca Sultan Veled’in kendisi hakkında da eserde bilgi bulunmaktadır.

Rebâb-nâme

Sultan Veled’in yazılış sırasına göre ikinci mesnevisidir. Mevlânâ’nın Mesnevi’sinin vezninde fâ’ilâtün/ fâ’ilâtün/ fâ’ilün ve onun etkisi altında kalınarak yazılmış olan bu kısa mesnevide de 162 Türkçe beyit bulunmaktadır.

İntihâ-nâme

Sultan Veled’in son mesnevisidir. İşlenen konular bakımından bir önceki mesneviye benzer. Ancak, bu eserin tamamı Farsçadır.

Ma’arif

Sultan Veled’in dini, ahlâki öğütler veren son eseri olup mensur olarak yazılmıştır.

Ahmet Fakih

Hoca Ahmed Fakîh veya Sultan Hoca Fakîh adları ile de tanınan sanatçının yaşamı hakkındaki bilgilerde belirsizlik vardır. Ailesi Horasan’dan göç edip Konya’ya yerleşmiştir. Mevlana’nın babasından fıkıh dersleri aldığı için kendisine “fakîh” denmiştir. Doğum tarihi bilinmemekle birlikte 1221 yılında vefat ettiği sanılmaktadır.

Eserleri:

Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-Şerîfe, Çarhnâme

Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’ş-Şerîfe

Mesnevi nazım şekliye yazılmış bir eserdir. Hacca gittiğinde gezip gördüğü Şam, Kudüs, Mekke, Medine ile orada ziyaret ettiği mukaddes yerleri anlatmaktadır. Kudüs’te iki ay kalan şair, eserin sonuna “Kudüs methiyeleri”ni eklemiştir.

Çarhnâme

Seksen üç beyitlik bir kasidedir. Dünyanın faniliğinden, dünya zevklerine kapılmanın yanlışlığından, kabir azabından ve mahşerden bahsederek ölümü hatırlatan, bunun yanında kanaat ve alçak gönüllülüğü vs. tavsiye eden dinî bir eserdir. Öğretici bir eser olmasından dolayı sanat değeri düşüktür. Fuad Köprülü, eserin Anadolu Türkçesinin bilinen en eski örneği olduğunu belirtir. 

Eserde konusu gereği Arapça ve Farsça kelimelere de rastlanmaktadır. Çarh-nâme, kaside nazım şekliyle ve aruzun “mefâ’ilün mefâ’ilün fe’ulün” kalıbıyla yazılmıştır. Eserde yer yer aruzun Türkçe uygulanışında aksaklıklara da rastlanır. Dil ve tarih yönünden önem taşıyan eser, döneminin dil özellikleri de dikkate alınarak, bugünkü harflerle yayınlanmıştır.

Şeyyad Hamza

13. yüzyılda Anadolu Selçukluları döneminde yaşamış; yazdığı dini-tasavvufi şiirleriyle Ahmed Fakih’i izlemiştir. Hakkındaki bilgiler çok sınırlıdır. Akşehir çevresinde yaşadığı sanılmaktadır. Sanatçının bugüne kadar belirlenen 13 gazel, 1 kaside ve 1 mesnevisi ele geçmiştir. Bir kasidesinden, Şeyyad Hamza’nın 14. yüzyılın ilk yarısında hayatta olduğu anlaşılmaktadır. Şeyyâd Hamza, 13. 14. yüzyıllar Anadolu’sunda etkin olan dini-tasavvufı şiir akımının önemli temsilcilerindendir.

Edebî Kişiliği

  • Türkçe şiirler yazan sanatçı, şiirlerinde hem hece hem aruz ölçüsünü kullanmıştır.
  • Hece ile yazdığı şiirlerinde aruz zorlamalarından uzak kaldığı için daha pürüzsüz, daha tabii bir dil kullanmıştır.
  • Ankara’daki Millî Kütüphane’de 50 beyitlik bir kasidesi vardır. Bu kasidenin konusu veba salgınıdır. Kasidenin sonunda bizzat şair tarafından tarih de verilmiştir.
  • Onun varlığı bilinen bazı manzumeleri, Yunus Emre’yi yaratan edebi ortamın hazırlanmasında katkısının olduğunu göstermektedir.
  • Şairin, din dışı iki gazelinin bulunması, onun dini-tasavvufî kimliğinin yanı sıra, dünyevi yönünün de bulunduğunun bir kanıtıdır.
  • Şiirlerinin eski Anadolu Türkçesi ile yazılmış olmasına karşın Mecmû’atü’n-Nezâ’ir’de bulunan bir gazeli doğu Türkçesi özellikleri taşımaktadır.
  • Şeyyâd Hamza’nın hem aruzla hem de hece vezniyle yazdığı manzumeleri vardır.
  • Manzumelerinde, dörtlük, mesnevi, gazel, kaside olmak üzere değişik nazım şekillerini kullanmıştır.

Eserleri

Yusuf u Züleyha

Kuran’da geçen Yusuf kıssasına dayanan eser, 1529 beyitten oluşmaktadır. Eser, Anadolu sahası Türk edebiyatının, bir başka deyişle Divan edebiyatının bilinen ilk Yusuf u Züleyha’sı olması bakımından önemlidir. Aruzun fa’ilâtün / fa’ilâtün / fâ’ilün kalıbıyla yazılmış olan mesnevi 1529 beyittir. İslâmi edebiyatların ortak konulu eserlerinden olan Yusuf u Züleyha’nın aslı Kur’an’daki Yusuf kıssasına dayanmaktadır. Şeyyad Hamza ayrıca Kur’an tefsirlerinden de yararlanarak konuyu kendi duygu ve düşünce dünyası içerisinde geliştirerek anlatmıştır. Bu eser gerek vezin gerekse imla bakımından iyi bir nüsha olmamakla birlikte eski Anadolu Türkçesinin ilk örneklerinden olması ve dönemin ses ve imla özelliklerini tanıtması bakımından önemlidir.

14. YÜZYIL

Ahmedî (1334-1413)

 

XIV. asrın en çok eser veren, klâsik edebiyatın kurulmasında büyük rolü olan şairi Ahmedî’dir. Asıl adı Taceddin İbrahim olan sanatçının yaşamıyla ilgili bilgiler yeterli değildir. Doğum tarihi tam bilinmeyen sanatçı, 1412-13 tarihinde Amasya’da ölmüştür. Germiyan Beyliği sahasında yetişen sanatçı, Kütahya’da eğitim görmüş, Kahirde İslami ilimler, tıp ve matematik alanlarında kendini yetiştirmiş bir bilim adamıdır. Mısır dönüşünde önce Aydınoğulları’na, sonra da Osmanoğulları’na bağlanmıştır.

Edebî Kişiliği

  • Kaside ve gazellerinin yanında birçok konuda eser vermiş, özellikle mesnevilerinde bilimsel ve kültürel konuları işlemiştir.
  • Türk edebiyatında bu yüzyılda en çok eser veren sanatçıdır.
  • Türkçeyi iyi kullanan, nazım tekniğine hâkim kudretli bir sanatkârdır.
  • Ahmedî’nin 8000 beyti aşan büyük bir Divan’ı, 8250 beyitlik İskender-nâme’si, 5000 beyit tutan Cemşîd ü Hurşid’i eserlerinin en önemlileridir.
  • Ahmedî, divanındaki kaside ve gazellerinde İran şiir mektebinin sanatlarını gösterdiği gibi, Türk ruhunun inceliklerini ve Türkçe’nin ifade gücünü de aksettirmiştir.
  • “İskendernâme” adlı mesnevisi ile tanınmıştır.

Eserleri:

Divan, İskendernâme, Cemşîd ü Hurşîd, Tervihü’l-Ervah, Mirkâtü’l-Edeb

İskendernâme

Eser, I. Bayezid’in oğlu Emir Süleyman’a sunulmuş 8000 beyitlik bir mesnevidir. Eserin sonunda 334 beyitlik “Dâstân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osman” adıyla Osmanlı tarihi vardır. Bu bölüm, günümüze kadar gelen Türkçe yazılmış ilk Osmanlı tarihi olma özelliğini taşır.

Büyük İskender’in hayatı, aşkları ve fetihlerini, gayesini anlatan ve konusunu Genceli Nizâmî’nin kitabından alan fâilâtün fâilâtün fâilün vezniyle yazılmış mesnevi şeklinde bir eserdir. Başka kaynaklardan da faydalanan ve konuyu kendi buluşlarıyla, sanatıyla süsleyip genişleten Ahmedî, orijinal sayılabilecek bir eser ortaya koyduğu gibi, onu çeşitli bilgilerle zenginleştirerek bir ilimler ansiklopedisi hâline getirmiştir.

Cemşîd ü Hurşîd

Ahmedi’nin Emir Süleyman’ın isteği üzerine kaleme aldığı mesnevisidir. Mesnevinin konusu, Çin hükümdarının oğlu Cemşîd ile Rum kayserinin kızı Hurşîd arasında geçen aşk hikâyesidir. 1403 yılında mefâîlün mefâîlün faûlün vezniyle yazılmış bir mesnevidir.

Tenrihü’l-Ervah

Tıp konusunda yazılmış bir mesnevidir. Emîr Süleyman adına 1403-1410 yılları arasında kaleme alınmış, daha sonra bazı ilavelerle birlikte I. Mehmed’e sunulmuştur.

Esrar-name Çevirisi

İranlı şair Ferideddin Attar’dan yapılmış olan bu çeviri mesneviden önceki kaynaklar söz etmemektedir.

Mirkatü’l-Edeb

Aydınoğullarından, Hamza Bey’in ismine yazılmış olan eser Arapça-Farsça manzum sözlüktür.

Aşık Paşa (1272-1333)

Asıl adı Ali olan Âşık Paşa, mutassavıf bir şairdir. Anadolu’da “Paşa”, “Beşe”, “Başağa” diye adının sonuna eklenen lâkaplar, babasının ilk oğlu olduğunu belirtmek için “ilk” anlamında kullanılmaktadır. Kırşehir’de doğan sanatçı, yine burada vefat etmiştir. İyi bir eğitim görmüş, Kırşehir’e yerleşerek burada bir tekke kurmuştur. Selçuklu sarayında Farsçanın konuşulduğu bir dönemde Türkçeyi savunmuştur.

Edebî Kişiliği

  • Eserlerini sade bir dille yazarak Türkçenin Anadolu’da bir edebiyat dili olarak yerleşmesinde önemli hizmetler görmüştür.
  • Hem aruz hem hece ölçüsüyle şiirler yazmıştır.
  • Şiirlerinde ve “Garibnâme”sinde büyük ölçüde Yunus Emre ve Mevlana etkisi hâkimdir.
  • “Garibnâme” (1329) adlı mesnevisiyle “Mevlid” yazarı Süleyman Çelebi’yi etkilemiştir.
  • Hece ölçüsüyle yazdığı şiirlerde Yûnus’un etkisinde kalmıştır.
  • Çok iyi Farsça ve İbranice bildiği hâlde Türkçeye bağlı kalan sanatçı, o devirde hâkim olan “Türkçeyle eser yazılmaz” anlayışına karşı çıkarak eserlerini Türkçe yazmıştır.
  • Mevlid ve Miracnâme türünün ilk örneklerini vermiştir.

Eserleri:

Garibnâme, Fakrnâme, Hikâye, Vasf-ı Hâl

Garibnâme

12.000 beyitlik bu mesnevi, on bölümden oluşmaktadır. Dinî, tasavvufi ve öğretici nitelikler taşıyan eser, halkı eğitmek maksadıyla Türkçe olarak yazılmıştır. Eser, sade dili sayesinde asırlar boyunca çok geniş bir okur kitlesine hitap etmiştir. 1330 yılında aruzla yazılan eserin sade bir dili vardır. Dinî, tasavvufî ve öğretici nitelikte olup halkı eğitmek amacıyla Türkçe olarak yazılmıştır. Geniş bir okuyucu kitlesine hitap ettiğinden pek çok nüshası bulunmaktadır. Bazı nüshaların sonunda Âşık Paşa’nın gazelleri yer alır.

Hikâye

Elli dokuz beyitlik küçük bir mesnevidir. Bu mesnevide bir Müslüman, bir Hristiyan ve bir Yahudi’nin başından geçenler anlatılmaktadır.

Fakrnâme

Âşık Paşa’ya ait olduğu sonradan tespit edilen eser, tasavvufi içerikli 161 beyitlik bir mesnevidir.

Kadı Burhaneddin (1344-1399)

Asıl ismi Burhaneddin olan sanatçı, Kayseri’de 1344’te doğmuş, çok iyi i bir eğitim almıştır. Devlet yöneticiliğinin yanında ilimle de uğraşmıştır. Kayseri’de kadılık yapmış, daha sonra Sivas’ta devlet kurup bu devletin 18 yıl hükümdarlığını yapmıştır. Kadı Burhaneddin bu siyasal uğraşları yanında edebiyat ve özellikle şiir ile yakından meşgul olmuş ve özellikle gazel, tuyuğ ve rubailerle dolu büyük bir divan ortaya çıkarmıştır. 1399’da Sivas’ta Akkoyunlu devleti ile yaptığı savaşta yenilince idam edilmiştir.

Edebî Kişiliği

  • Kadı Burhaneddin, gazelleri ve tuyuğları ile ün kazanmıştır.
  • Tuyuğ nazım şeklini dîvan edebiyatına kazandırmıştır.
  • Gazellerinin gayet içten ve âşıkane olduğu görülür.
  • Aşk şiirlerinin yanı sıra din ve tasavvuf ile ilgili şiirleri de vardır.
  • Şiirlerinde ne mahlası ne de adı bulunmaktadır.
  • Şiirlerinde Türkçeyi aruza uydurmakta güçlük çektiği görülür.
  • Günlük konuşma dilini şiirlerinde kullanması onun şiirlerine ayrı bir özellik verir.
  • Edebî sanatlara, özellikle cinasa düşkündür.
  • Bazı şiirlerinde tasavvuf izleri gayet açıkça görülmekle beraber daha çok, beşeri, maddi aşkı işlemiş ve maceracı, dövüşçü, savaşçı hayatının ve ruhunun izleri çok açık olarak şiirlerine yansımıştır.
  • Divan’ı vardır.

Eserleri:

Divan

Divan‘ında 1500 gazel, 119 tuyuğ, 20 rubai var. Şiirinde adını ya da mahlasını anmaz. Edebi sanatlara, özellikle cinasa düşkündür.

Divan‘ının yanı sıra dini konuları işlediği İksîr-üs Saadet fî Esrâr-ül İbâdet ve Tercîh-üt Tavzîh adlı iki eseri daha vardır.